Memnu Hakların İadesi Şartları Nelerdir?

Memnu hakların iadesi talebinde bulunabilmek için birtakım yasal şartlar mevcuttur:

  • Cezanın infaz edilme şartı

Cezanın infazının tamamlanması memnu hakların iadesi için en önemli şarttır. Cezanın infaz edilmesinden cezaevinde geçen süreler ve denetimli serbestlik dahil olmak üzere cezanın tamamlanarak tüm ceza süresinin infaz edilmesi anlaşılır. Denetime çıkmış kişilerin cezasının infazı yasal olarak hala devam etmektedir. Bu bakımdan cezanın tamamlanması denetimin süresinin de sonlanmasıyla olur.

  • Cezanın infazından itibaren 3 yıl geçmiş olma şartı

Cezanın infazından itibaren 3 yıl geçmemişse hiçbir şekilde yasaklanmış hakların geri verilmesi talebinde bulunulamaz.

  • Hükümlünün yeni bir suç işlememe ve yaşamını iyi halli sürdürme şartı

Kişinin suç hayatını terk etmesi ve yaşamını meşru şekilde “iyi halli” olarak yaşaması koşulu arşiv kaydının silinmesi için önemli bir şarttır. Mahkeme bunu anlamak için kişinin yeni bir suça karışıp karışmadığını inceleyerek karar vermektedir.

Cezanın infazının tamamlanması ve cezanın infazının üzerinden 3 yıl geçmesi esnasında geçen sürelerde kişinin yeni bir suç işlememiş olması arşiv kaydının silinmesi için zorunlu koşullardan birisidir.

5352 Sayılı Adli Sicil Kanunu Madde 13/A :

(1) 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunların belli bir suçtan dolayı veya belli bir cezaya mahkûmiyete bağladığı hak yoksunluklarının giderilebilmesi için, yasaklanmış hakların geri verilmesi yoluna gidilebilir. Bunun için; Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinin beşinci ve altıncı fıkraları saklı kalmak kaydıyla,
a) Mahkûm olunan cezanın infazının tamamlandığı tarihten itibaren üç yıllık bir sürenin geçmiş olması,
b) Kişinin bu süre zarfında yeni bir suç işlememiş olması ve hayatını iyi halli olarak sürdürdüğü hususunda mahkemede bir kanaat oluşması, gerekir.
(2) Mahkûm olunan cezanın infazına genel af veya etkin pişmanlık dışında başka bir hukukî nedenle son verilmiş olması halinde, yasaklanmış hakların geri verilmesi yoluna gidilebilmesi için, hükmün kesinleştiği tarihten itibaren beş yıl geçmesi gerekir. Ancak, bu süre kişinin mahkûm olduğu hapis cezasına üç yıl eklenmek suretiyle bulunacak süreden az olamaz.
(3) Yasaklanmış hakların geri verilmesi için, hükümlünün veya vekilinin talebi üzerine, hükmü veren mahkemenin veya hükümlünün ikametgâhının bulunduğu yerdeki aynı derecedeki mahkemenin karar vermesi gerekir.
(4) Mahkeme bu husustaki kararını, dosya üzerinde inceleme yaparak ya da Cumhuriyet savcısını ve hükümlüyü dinlemek suretiyle verebilir.
(5) Yasaklanmış hakların geri verilmesi talebi üzerine mahkemenin verdiği karara karşı, hükümle ilgili olarak Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen kanun yoluna başvurulabilir.
(6) Yasaklanmış hakların geri verilmesine ilişkin karar, kesinleşmesi halinde, adlî sicil arşivine kaydedilir.
(7) Yasaklanmış hakların geri verilmesi yoluna başvurulması nedeniyle oluşan bütün masraflar hükümlü tarafından karşılanır.

Read More

Adli Sicil Kaydı Silinme Şartları Nelerdir?

 

Sabıka kaydı olarak da isimlendirilen adli sicil kaydı günlük hayatta çokça kez lazım olan belgelerden birisidir . Resmi iş ve işlemlerde ibraz edilmesi istenen adli sicil kaydındaki ceza ve mahkumiyet kayıtları, müracaat edilen iş ve işlemleri güçleştirmeye veya ayrımcılığa maruz kalmaya sebep olabilmektedir.

Adli Sicil Kaydı Silinme Şartları Nelerdir?

  • Adli sicil kaydı, verilen cezanın infaz edilmesinden sonra adli sicilden silinerek arşiv kaydına taşınır. Bu arşiv kaydı ise arşive taşınmasından itibaren 5 yıl sonra silinmektedir.
  • Arşiv kaydına taşınan ceza, Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunlarda hak yoksunluklarına neden olan bir suç ise; cezanın tamamlanmasından ve infazından sonra ilgilinin müracaatı ile memnu hakların iadesi kararı verilmişse, cezanın arşive taşınmasından itibaren 15 yıl geçmesiyle arşiv kaydı silinmektedir.
  • Memnu hakların iadesi kararı alınamamış suçlar açısından ise suçun arşive taşınmasından itibaren 30 yıl geçmesiyle arşiv kaydı silinmektedir.
  • Hükümlünün ölmesi, fiilin suç olmaktan çıkması gibi durumlarda da arşiv kaydı silinmektedir.

5352 Sayılı Adli Sicil Kanunu Madde 12 :

a) İlgilinin ölümü üzerine,
b) Anayasanın 76 ncı maddesi ile Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunlarda bir hak yoksunluğuna neden olan mahkûmiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren;
1. Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşuluyla onbeş yıl geçmesiyle,
2. Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşulu aranmaksızın otuz yıl geçmesiyle,
c) Diğer mahkûmiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten
itibaren beş yıl geçmesiyle, tamamen silinir.
(2) Fiilin kanunla suç olmaktan çıkarılması halinde, bu suçtan mahkûmiyete ilişkin adlî sicil ve arşiv kayıtları, talep aranmaksızın tamamen silinir.
(3) Kanun yararına bozma veya yargılamanın yenilenmesi sonucunda verilen beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının kesinleşmesi halinde, önceki mahkûmiyet kararına ilişkin adlî sicil ve arşiv kaydı tamamen silinir.
(4) (Ek: 24/11/2016-6763/40 md.) Akıl hastalığı nedeniyle hükmedilen güvenlik tedbirlerine ilişkin kayıtlar, infazının tamamlanmasıyla tamamen silinir.

 

 

 

 

 

 

Read More

Adli Sicil Kaydı Nedir?

Adli Sicil Kaydı

Bir suçtan yargılanan veya mahkum edilen insanı rahatsız eden önemli bir konu da, yalnızca cezalandırılmaktan duyduğu endişe değil, aynı zamanda sabıkalı hale gelmesi ve hakkında adli sicile kayıt düşülmesidir.

Kesinleşmiş ceza ve güvenlik tedbirlerine mahkumiyete ilişkin bilgilerin otomatik işleme tabi bir sistem kullanılarak toplanmasını, sınıflandırılmasını, değerlendirilmesini, muhafaza edilmesini ve gerektiğinde ilgililere bildirilmesini düzenleyen sisteme “Adli Sicil” adı verilir.

Bir suç işlediği iddiası ile soruşturulan kişinin sıfatı “şüpheli”; kovuşturulan kişinin sıfatı “sanık” ve yapılan yargılama sonucunda kesinleşmiş mahkeme kararı ile cezalandırılan kişiye de “hükümlü/mahkum” denir. Adli Sicil, kişinin suç işlediğinin sabit olması ve mahkemenin kesinleşen kararı ile cezalandırılması anlamını taşır.

Adli Sicil, kişinin kayıt altına alınmasıdır. Esas olan kişinin lekelenmemesidir. Bunun için, suçsuzluk/masumiyet karinesi, yani lekelenmeme hakkı kabul edilmiştir. Ancak ceza kurallarına uygun davranmadığı ve suç işlediği tespit edilen kişilerin de, hukuk düzeni adına kayıtlarının bir yerde tutulup saklanması gerekir. Bu bilgiler, bir yere başvuran veya bir haktan yararlanmak veya yetkiyi kullanmak isteyen veya tekrar suç işlediği iddiası ile karşı karşıya kalan kişilerin takibi, hak ve yetkileri ile yeniden suç işlemeleri halinde ne uygulanacağının tespiti açısından önem taşır.

Bir de hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) kararları ile ilgili kayıtlar vardır ki, bunlara ilişkin bilgiler Adli Sicilde tutulmayıp ayrı bir yerde toplanır. HAGB bir mahkumiyet kararı olmadığından, Adli Sicile kaydedilmez ve sanık sabıkalı kabul edilmez. Sanık, denetim süresi olan 5 yılda kasten yeni bir suç işlemediği veya 1 yıl süre ile denetimli serbestlik tedbirine karar verilip de bu tedbiri ihlal etmemişse, davanın düşmesine karar verilir ve HAGB kaydı tutulduğu özel sistemden çıkarılır. Tersi durumda, dava devam eder ve mahkumiyet kararı açıklanır.

Adli Sicille ilgili, birisi mülga, yani yürürlükten kaldırılan 3682 sayılı Adli Sicil Kanunu ve diğeri yürürlükte olan 5352 sayılı Adli Sicil Kanunu vardır. 1 Haziran 2005 tarihine kadar 3682 sayılı Kanun ve sonrasında da 5352 sayılı Kanun uygulanmaktadır. 1 Haziran 2005 tarihine kadar işlenen suçlarla ilgili bu Kanunlardan hangisi kişinin lehine ise o Kanun hükmü uygulama alanı bulacaktır. Anayasa m.38/1-2 ve TCK m.1 uyarınca, “failin lehine olan kanunun uygulanması” prensibinden Adli Sicil konusunda da vazgeçilmemelidir. Adli Sicil kayıtlarının tutulması ve silinmesi konusunda, bu Kanunlardan hangisi lehe ise o Kanun hükümlü hakkında uygulama alanı bulmalıdır.

Mülga 3682 sayılı Kanunun 8 ve 9. maddelerinde, Adli Sicilden çıkarılacak ve Adli Sicilden muhafaza edilecek bilgilerin düzenlendiği görülmektedir. 5352 sayılı Kanun benzer düzenlemeyi, “Adli sicil bilgilerinin silinmesi” başlığı ile 9. maddede ve “Adli sicil ve arşiv bilgilerini silinmesi” başlığı ile de 12. maddede düzenlemiştir. 5352 sayılı Kanunun 13/A maddesinde ise, “Yasaklanmış hakların geri verilmesi” başlıklı bir düzenlemeye yer verildiği görülmektedir.

5352 sayılı Kanunun “Yasaklanmış hakların geri verilmesi” başlıklı 13/A maddesinin birinci fıkrasına göre,“5237 sayılı Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunların belli bir suçtan dolayı veya belli bir cezaya mahkumiyete bağladığı hak yoksunluklarının giderilebilmesi için, yasaklanmış hakların geri verilmesi yoluna gidilebilir. Bunun için; Türk Ceza Kanunu’nun 53. maddesinin beşinci ve altıncı fıkraları saklı kalmak kaydıyla,

a) Mahkum olunan cezanın infazının tamamlandığı tarihten itibaren üç yıllık bir sürenin geçmiş olması,

b) Kişinin bu süre zarfında yeni bir suç işlememiş olması ve hayatını iyi halli olarak sürdürdüğü hususunda mahkemede bir kanaat oluşması,

Gerekir”. Yasaklanmış hakların geri verilmesi, hükümlünün veya temsilcinin bu yönde talebi ile hükmü veren mahkemenin veya hükümlünün ikametgahında bulunan aynı derece mahkemenin kararına bağlıdır.

3682 sayılı Kanunda, “Adli Sicil Arşiv Kaydı” sisteminin net bir şekilde öngörülmediği, yalnızca Kanunun 9. maddesinin ikinci fıkrasında, Anayasanın 76. maddesinde sayılan suçlara ait Adli Sicil bilgilerinin, milletvekilliği adaylığı için talep edildiğinde verilmek üzere bilgi arşivinde muhafaza edileceği ifade edilmiştir. Buna göre, milletvekili adaylığına engel olan suçlar ve özel kanunlarda gösterilen istisnalar dışında Adli Sicil kayıtlarının, 3682 sayılı Kanunun 8. maddesinde sayılan sürelerin dolması veya hükümlünün yaşının 80 yaşını tamamlaması ile Adli Sicilden çıkarılması gerekir.

3682 sayılı Kanun m.8’e göre; cezanın çekildiği veya ortadan kalktığı veya düştüğü tarihten itibaren zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, emniyeti suiistimal, hileli iflas suçları ile 5 yıldan fazla ağır hapis cezasına mahkumiyetler 10 yıl (çocuklarda 5 yıl)içinde; 5 yıl veya daha az ağır hapis veya hapis veya para cezasına mahkumiyet halinde diğer bir cürümden dolayı 5 yıl (çocuklarda 2 yıl)içinde, önceden verilen ceza cinsinden bir cezaya veya ağır bir cezaya mahkum olmayan hükümlünün Adli Sicil kaydı çıkarılır. Böylece, kişinin “hükümlü” sıfatı son bulur ve alınacak sabıka kaydında “sabıkasız” olduğuna dair ibareye yer verilir. Bunun yegane istisnası, milletvekilliği adaylığı için talep edilen sabıka kaydıdır.

Mülga 3682 sayılı Kanunun adli sicil kaydının Adli Sicilden çıkarılması yönü ile yürürlükte bulunan 5352 sayılı Kanuna göre bazı suçlar ve cezalar bakımından lehe olduğundan, 1 Haziran 2005 tarihine kadar işlenen suçlar yönünden hükümlü lehine olan eski Adli Sicil Kanunun uygulanması isabetli olacaktır. Bu suçların ve cezaların neler olduğu ve hangi kanunun lehe hüküm içerdiği, her sabıka kaydında ayrıca değerlendirilmelidir.

5352 sayılı Kanunun 9. maddesi incelendiğinde; Adli Sicilde kayıtlı bilgilerin, cezanın veya güvenlik tedbirinin tamamlanması, ceza mahkumiyetini tüm sonuçları ile ortadan kaldıran şikayetten vazgeçme veya etkin pişmanlık, ceza zamanaşımının dolması veya genel afla silineceğinin belirtildiği görülmektedir. Bu açıdan hükümlü lehine olduğu zannedilen 5352 sayılı Kanunun, aslında “Adli Sicil Arşiv Kaydı” adı ile kabul ettiği 9. maddesinin 3. fıkrası ve 12. maddesi ile hükümlü aleyhine olduğu anlaşılacaktır. Kanunun 9. maddesinin üçüncü fıkrasında, Adli Sicil kaydından çıkarılan bilginin bu defa Arşiv Kaydına alınacağı, hatta adli para cezasına mahkumiyet hükümleri ile cezanın ertelenmesine ilişkin hükümlerin doğrudan Arşive kaydedileceği ifade edilmiştir. Kanunun 12. maddesinde; milletvekili adaylığına engel suçları düzenleyen Anayasa m.76 ile Türk Ceza Kanunu dışında kanunlarda hak yoksunluğuna neden olan mahkumiyetler bakımından kaydın Arşive alınma şartlarının oluştuğu tarihten itibaren, yasaklanmış hakların geri verilmesi kaydı ile 15 yıl geçmekle ve yasaklanmış hakların geri verilmesi koşulu aranmaksızın 30 yıl geçmekle Arşivde bulunan kayıt tümü ile silinir. Fiil suç olmaktan çıkarılmadıkça veya kanun yararına bozma veya yargılamanın yenilenmesi suretiyle hükümlü lehine karar verilmedikçe, hükümlünün Arşiv kaydı Kanunun 12. maddesinde gösterilen sürelerde muhafaza edilir.

Elbette hükümlünün Arşiv kaydı, Adli Sicil kaydı gibi açık ve ulaşılabilir değildir. Ancak Adli Sicil Arşiv Kaydında yer alan bilgilere ulaşma konusunda yasalarla yetkili kılınan makam, kurum veya kuruluş, 5352 sayılı Kanunun 12. maddesine uygun şekilde silinmeyen, yani henüz silinme şartları gerçekleşmeyen bilgilere ulaşıp ilgilinin aleyhine kullanabilir.

“Milletvekili seçilme yeterliliği” başlıklı Anayasa m.76/2’ye göre, “En az ilkokul mezunu olmayanlar, kısıtlılar, yükümlü olduğu askerlik hizmetini yapmamış olanlar, kamu hizmetinden yasaklılar, taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar; zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlarla, kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma, terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler”.

Görüleceği üzere Anayasa, hükümde yer alan suçlardan mahkum olanların affa uğrasalar bile milletvekili seçilemeyeceklerini ifade etmiştir. Bu sınırlama ve sabıka kaydının Adli Sicilde yer alması, yalnızca milletvekili seçilme yeterliliği ile ilgilidir. Mülga 3682 sayılı Kanunun m.9/2’de, milletvekilliği seçilme yeterliliğini engelleyen suçlarla ilgili kayıtların talep edildiğinde verilmek üzere süre sınırı olmaksızın Bilgi Arşivinde saklanacağı ifade edilmiş idi. Yürürlükte olan 5352 sayılı Kanunun 12. maddesinde, sabıka kaydının Arşivden çıkarılması ile ilgili süre sınırına yer verildiği görülmektedir. Kişinin Arşivde bulunan sabıka kaydı, 5352 sayılı Kanunun 12. maddesinde öngörülen şartların gerçekleşmesi ile kendiliğinden tümü ile silinecektir. Bu durumda, taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis cezasına mahkum olanların işledikleri suçların Anayasa m.76/2’de sayılan suçlardan birisi olması halinde milletvekili seçilemeyeceklerini ifade eden Anayasa m.76 ile 5352 sayılı Kanunun 12. maddesi arasında bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Çünkü Anayasa, m.76/2’de sayılan suçlardan birisini işleyen kişinin affa uğrasa bile milletvekili seçilemeyeceği ifade ederken, bu yasağa süre sınırı da getirmemiştir. Ancak 5352 sayılı Kanunun 12. maddesinin 1. ve 2. fıkralarında, milletvekili seçilme yeterliliğini kapsayacak şekilde süre sınırından bahsedildiği görülmektedir. “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” başlıklı Anayasa m.11/2’ye göre, “Kanunlar, Anayasaya aykırı olamaz”.

Bu konuda “özel kanun” niteliği taşıyan 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu da Anayasa m.76/2’ye uygundur. Adli Sicil Kanunu m.12’de öngörülen şartlar gerçekleşse bile, sabıka kaydının Anayasa m.76/2’de sayılan suçlar yönünden milletvekili seçilme yeterliliğine izin vermeyeceğini belirtmek isteriz. Elbette bu sınırlama, yalnızca milletvekili seçilme yeterliliği için geçerli olacaktır.

Yeri gelmişken, kollukta bulunan suç kayıtları hakkında kısa değerlendirme yapmak isabetli olacaktır. Esas itibariyle, suçun ve suçlunun takibinin sürekli yapılabilmesi, geçmişine ilişkin bilgilere ulaşılabilmesi, bu yolla “faili meçhul” adı ile bilinen suçların aydınlatılabilmesi ve şüphelilere ulaşılabilmesi amacıyla kolluğun “GBT” adı ile bilinen “Genel Bilgi Toplama” sistemini uyguladığı görülmektedir. Hatta bu sistem, yalnızca devam eden veya kesinleşen yargılamalar yönünden değil, takipsizlikle (kovuşturmaya yer olmadığına dair kararla) veya beraat veya düşme ile biten yargılamaların süjeleri olan şüpheli veya sanıklar hakkında da uygulanmaktadır. Kolluk, kamu düzeni bakımından bu uygulamayı isabetli görse de, aslında ortada suçsuzluk/masumiyet karinesini ihlal eden bir durum olduğunu da ifade etmeliyiz. Kamu otoritesi, her ne kadar bu tür genişlikte GBT uygulaması yapmadığını söylese de, başta önleyici kolluk olmak üzere adli kolluk faaliyetleri bakımından tutulan tüm adli vakıa kayıtlarının faydalı olduğunu savunmakta, hatta bu sistemi uygulamayı da sürdürmektedir.

Kamu yararı-birey yararı arasında gözetilmesi gereken dengeyi bozmaya elverişli, ancak kamu düzeni, huzuru ve sükunu bakımından savunulan geniş GBT uygulaması, hem bireyin lekelenmeme hakkının ihlal etmekte ve hem de “hukuk devleti” ilkesine aykırı düşecek şekilde birey yönünden önyargılı uygulamaların önünü açabilmektedir.

ERSAN ŞEN

Read More

ADLÎ SİCİL YÖNETMELİĞİ

ADLÎ SİCİL YÖNETMELİĞİ

Amaç ve kapsam

Madde 1 — Adlî sicil ve arşiv bilgilerinin oluşturulması, saklanması, ilgililere verilmesi ve silinmesi hususlarını kapsayan bu Yönetmeliğin amacı, 25/5/2005 tarihli ve 5352  sayılı  Adlî  Sicil Kanununun uygulanmasındaki  usul ve esaslar ile adlî sicil hizmetlerini yürütecek birimler arasındaki görev ilişkilerini belirlemek, hizmetin yürütülmesinde izlenecek yöntemleri saptamak, uygulamada   işbirliği  ve koordinasyonu sağlamaktır.

Dayanak

Madde 2 — Bu Yönetmelik, 5352 sayılı Adlî Sicil Kanununun 15 inci maddesine dayanılarak hazırlanmıştır.

Tanımlar

Madde 3 — Bu Yönetmelikte geçen;

Bakan: Adalet Bakanını,

Bakanlık: Adalet Bakanlığını,

Genel Müdürlük: Adalet Bakanlığı Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünü,

Kanun: 25/5/2005 tarihli ve 5352 sayılı Adlî Sicil Kanununu,

Ceza Fişi (Ek-1): Türk mahkemelerince   verilerek  kesinleşen,  disiplin cezaları, sırf askerî suçlar ve tazyik hapsi ile idarî para cezası dışında kalan ceza mahkûmiyetleri, fer’i cezalar  ve güvenlik tedbirlerinin adlî sicile bildirimi için düzenlenecek  fişi,

Tâli Karar Fişi (Ek-2): (Değişik:RG-20/4/2013-28624) Ceza fişiyle adlî sicile bildirilmiş olan hüküm ve kararlarda değişiklik yapan kararlar ile etkin pişmanlık, kamu davasının açılmasının ertelenmesi ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararlarının bildirileceği fişi,

Yerine Getirme Fişi (Ek-3): Hürriyeti  bağlayıcı   cezalar ile para  cezalarının infaz edildiğini, fer’i cezalarda, güvenlik  tedbirlerinde sürenin  bittiğini, para  cezalarının hürriyeti bağlayıcı cezaya çevrildiği hallerde infazın bittiğini bildiren fişi,

Bilgi İstek Fişi (Ek-4, 5): (Mülga:RG-20/4/2013-28624)

(Ek:RG-20/4/2013-28624) Adlî Sicil Paylaşım Sistemi: Genel Müdürlük tarafından merkezî veri tabanından ayrı olarak elektronik ortamda tutulan, kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek kişilerin istifadesine sunulan sınırlandırılmış adlî sicil kayıtlarını içeren ve bunların belirlenen şartlar çerçevesinde paylaşımını sağlayan sistemi,

ifade eder.

Merkezî adlî sicil

Madde 4 — Hakkında Türk  mahkemeleri  veya  yabancı  ülke mahkemeleri  tarafından kesinleşmiş ve Türk hukukuna göre tanınan mahkûmiyet kararı bulunan Türk vatandaşları ile Türkiye’de suç işlemiş olan yabancılara ait bütün adlî sicil kayıtları, Genel Müdürlükteki merkezî bilgi işlem sisteminde tutulur. Anılan kayıtların güncelleştirilmesi, düzenlenmesi, düzeltilmesi ve on-line sistemle mahallî adlî sicillere ulaştırılması görevi de merkezi adlî sicil tarafından yerine getirilir.

Mahallî adlî sicil

Madde 5 — Mahallî adlî sicil, bulunduğu yer ile gerektiğinde diğer yerlere ait adlî sicil bilgilerinin bilgisayara girilmesi, bu bilgilerin merkezî adlî sicile aktarılması ile merkezî adlî sicilden bilgilerin alınıp ilgili şahıs ve kurumlara iletilmesi ile görevlidir.

Mahallî adlî sicillerin kurulacağı yerler ile buralara bağlanacak mahallî adlî siciller Genel Müdürlükçe belirlenir. Mahallî  adlî sicillerde merkezi adlî sicille haberleşmeyi  sağlayacak  adlî sicil bilgi işlem sistemleri kurulur.

Mahallî adlî sicillerde, adlî sicil bilgilerine ait veri girişi ve sorgulama hizmetleri o yer Cumhuriyet başsavcılığı nezdindeki  adlî  sicil müdürlüğü, şeflik veya memurluğunca yürütülür.

Adlî sicile kaydedilecek bilgilerin gönderileceği makamlar

Madde 6 – (Değişik:RG-20/4/2013-28624)

Doğrudan merkezî adlî sicile gönderilecek bilgiler;

Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla; Yargıtayın özel kanun hükümleri uyarınca yaptığı yargılama sonunda verdiği mahkûmiyetlere dair kararlar, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca,

Türk vatandaşları hakkında yabancı mahkemelerce verilmiş mahkûmiyet kararlarının Türk hukuku bakımından doğurduğu hak yoksunluklarına ilişkin olarak Cumhuriyet savcısının istemi üzerine mahkemece verilen kararlar, Cumhuriyet başsavcılıklarınca,

İlgili yasaları gereği savcılık ve mahkemelerce verilen düşme ve ortadan kaldırma kararları, o yer Cumhuriyet başsavcılıklarınca,

gönderilir.

Mahallî adlî sicillere gönderilecek bilgiler;

Kanunun 4 üncü maddesinde belirtilen kararlarla ilgili olarak düzenlenecek ceza ve tâlî karar fişleri,

Özel kanunlar ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 171 ve 231 inci maddeleri gereğince savcılıklarca verilen kamu davasının açılmasının ertelenmesine, mahkemelerce verilen kamu davasının ertelenmesine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin kararlara dair tanzim edilecek talî karar fişleri,

kararı veren merci tarafından gönderilir.

İkinci fıkrada yer alan erteleme kararlarına dair adlî sicil bilgileri, sadece soruşturma ve kovuşturma konusu olan işler nedeniyle savcılıklar ve mahkemelerce istenildiğinde verilir.

Mahkemeler tarafından kararlara uygun olarak düzenlenen ceza ve tâli karar fişleri, üç gün içerisinde mahkemenin bulunduğu yer Cumhuriyet başsavcılığına gönderilir. Cumhuriyet başsavcılıkları mahkemelerden gönderilen ceza ve tâli karar fişleri ile kendilerince düzenlenecek talî karar ve yerine getirme fişlerini üç gün içerisinde, bilgi işlem sistemi kurulmuş ise mahallî adlî sicile; kurulmamış ise, o yerin bağlı bulunduğu ağır ceza merkezindeki mahallî adlî sicile gönderir.

Askerî mahkemelerden verilip infaz için Cumhuriyet başsavcılıklarına gönderilmiş mahkûmiyet kararlarına ilişkin ceza ve tâli karar fişleri Cumhuriyet başsavcılıklarınca düzenlenerek ilgili makamlara gönderilir.

Adlî sicile kaydedilecek bilgilerin bildirilme usulü

Madde 7 — Ceza fişleri, kanun yoluna başvurulmaması halinde hüküm ve kararların kesinleştiği, kanun yoluna başvurulması halinde ise, başvurunun üst mahkemece reddi veya hüküm ve kararın onanması üzerine evrakın mahkemeye geldiği tarihte düzenlenir. Temyiz   talebinin  mahkemece   reddi   halinde  ceza   fişi   bir  haftalık sürenin  müracaatsız  geçtiği tarihte düzenlenir.

Yukarıdaki usuller çerçevesinde tanzim olunacak örneği bu Yönetmeliğe ekli ceza, yerine getirme ve tâli karar fişlerinin mahsus bölümüne tüm kimlik bilgileriyle birlikte, İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık Genel Müdürlüğünce merkezi nüfus idaresi sistemi projesi çerçevesinde belirlenen Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarasının da yazılması zorunludur.

Bir hükümle birden fazla kişiler mahkûm edildiği takdirde her kişi için,

Bir hükümle bir kişi birden fazla suçları nedeniyle mahkûm edildiği takdirde de her suça ait mahkûmiyet için,

ayrı ayrı bildirme fişi düzenlenir.

Şartla ertelenen mahkûmiyetlere ait bildirme fişi, şartın tahakkuk ettiğinin mahkemeye bildirilip mahkemece karar verildiği tarihte, şart tahakkuk etmediği takdirde şart için belirlenen sürenin sona erdiği veya cezanın infazının tamamlandığı tarihte düzenlenir.

Bilgileri eksik veya yanlış olan fişler, eksiklikler giderilip doğru olarak düzenlenmesi için aynen iade edilir. Yeniden doğru olarak düzenlenen bildirme fişleri eskisi ile birlikte adlî sicile gönderilir. Eksik veya yanlış olanlar adlî sicil tarafından imha edilir.

Usulüne uygun düzenlenerek adlî sicile gönderilen fişlerin derhal adlî sicil sistemine girişi ve transferi yapılır.

Adlî sicile bildirilmeyecek kararlar

Madde 8 — Türk mahkemeleri tarafından verilmiş olsa bile; disiplin suçlarına ve sırf askerî suçlara ilişkin mahkûmiyet hükümleri, disiplin veya tazyik hapsine ilişkin kararlar,  idarî para cezasına ilişkin kararlar, adlî sicile kaydedilmez.

Adlî sicil bilgileri verilebilecek olanlar

Madde 9 — Adlî sicil bilgileri, kullanılış amacı ve verileceği merci belirtilmek suretiyle; ilgili kişiye veya vekâletnamede açıkça belirtilmek koşuluyla vekiline, kamu kurum ve kuruluşlarına, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına verilebilir.

Taleplerin yazılı olarak yapılması sırasında, adlî sicil bilgisinin niçin istendiğinin belirtilmesi ve nüfus kimlik bilgilerini içeren belgenin dilekçeye eklenmesi; kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarınca da kimlik bilgilerinin tereddüde yer vermeyecek şekilde bildirilmesi zorunludur.

Yabancı devletler tarafından istenilen adlî  sicil  bilgileri taraf olduğumuz ikili ve çok taraflı sözleşmeler uyarınca, sözleşme olmayan ülkeler için de karşılıklılık esaslarına göre verilir.

Adlî sicil bilgilerini verebilecek merciler

Madde 10 – (Değişik:RG-20/4/2013-28624)

Adlî sicil bilgileri, merkezî adlî sicilde Genel Müdürlükçe; mahallî adlî sicillerde Cumhuriyet başsavcılıklarınca; kaymakamlıklarca; yurtdışında elçilik ve konsolosluklarca verilir.

Adlî sicil bilgilerinin silinmesi

Madde 11 — Adlî sicildeki bilgiler; cezanın veya güvenlik tedbirinin infazının tamamlanması, ceza mahkûmiyetini bütün sonuçlarıyla ortadan kaldıran şikayetten vazgeçme veya etkin pişmanlık, ceza zamanaşımının dolmasına ilişkin bildirme fişinin Genel Müdürlükteki merkezi sisteme girilerek güncellenmesini müteakip Genel Müdürlük tarafından silinerek arşiv kaydına alınır.

Genel af halinde silme işlemi Genel Müdürlükçe re’sen yapılarak kayıtlar arşive alınır.

İlgilinin ölümü halinde, kişinin ölümünü tevsik eden resmî belgenin Genel Müdürlüğe ulaşmasını müteakip adlî sicil kaydı tamamen silinir.

Ceza infaz kurumlarındaki hükümlü ölüm bilgileri ise nüfus kayıt bilgileri ile birlikte en geç üç gün içinde ilgili Cumhuriyet başsavcılıklarınca Genel Müdürlüğe bildirilir.

Türk vatandaşları hakkında yabancı mahkemelerce verilmiş olup Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (f) bendine göre adlî sicile kaydedilen hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûmiyet hükümleri, kesinleştiği tarihten itibaren mahkûmiyet kararında belirtilen sürenin geçmesiyle, Genel Müdürlükçe adlî sicil kayıtlarından çıkartılarak arşiv kaydına alınır. Adlî para cezasına mahkûmiyet hükümleri ile cezanın ertelenmesine ilişkin hükümler, adlî sicil kaydına alınmadan doğrudan arşive kaydedilir.

Arşiv bilgilerinin istenmesi

Madde 12 — Arşiv bilgileri;

Kullanılış amacı belirtilmek suretiyle, kişinin kendisi veya vekâletnamede açıkça belirtilmiş olmak koşuluyla vekili,

Bir soruşturma veya kovuşturma kapsamında mahkeme, hâkim veya savcılıklar,

Yetkili seçim kurulları,

(Değişik bent:RG-20/4/2013-28624) Özel kanunlarda gösterilen hâllerde ilgili kamu kurum ve kuruluşları,

tarafından istenebilir.

Kanunda açıkça belirtilmediği takdirde, kişi hakkında alınacak bir karar veya yapılacak bir işlemle ilgili olarak, bir yakınının adlî sicil ve arşiv kayıtları istenemez ve bu bilgiler, kişiyi herhangi bir haktan yoksun bırakmak için dayanak olarak kullanılamaz.

Onsekiz yaşından küçüklerle ilgili adlî sicil ve arşiv kayıtları; ancak soruşturma ve kovuşturma kapsamında değerlendirilmek üzere mahkeme, hâkim veya savcılıklarca istenebilir.

Adlî sicil ve arşiv bilgilerinin silinmesi

Madde 13 – (Değişik:RG-20/4/2013-28624)

Arşiv kayıtları;

İlgilinin ölümü üzerine,

Anayasanın 76 ncı maddesi ile Türk Ceza Kanunu dışındaki kanunlarda bir hak yoksunluğuna neden olan mahkûmiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren;

Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşuluyla onbeş yıl geçmesiyle,

Yasaklanmış hakların geri verilmesi kararı alınması koşulu aranmaksızın otuz yıl geçmesiyle,

Diğer mahkûmiyetler bakımından kaydın arşive alınma koşullarının oluştuğu tarihten itibaren beş yıl geçmesiyle,

Fiilin kanunla suç olmaktan çıkarılması hâlinde, bu suçtan mahkûmiyete ilişkin adlî sicil ve arşiv kayıtları, talep aranmaksızın,

Kanun yararına bozma veya yargılamanın yenilenmesi sonucunda verilen beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının kesinleşmesi hâlinde, önceki mahkûmiyet kararına ilişkin adlî sicil ve arşiv kaydı,

Genel Müdürlükçe tamamen silinir.

Birinci fıkrada belirtilen hâllerde silme işlemi, Genel Müdürlüğün teklifi ve Bakanın onayı ile kurulan komisyonca re’sen yapılır.

Adlî sicil bilgilerinin sınırlı olarak verilebileceği haller

Madde 14 — Onsekiz yaşından küçüklerle ilgili adlî sicil ve arşiv kayıtları ancak soruşturma ve kovuşturma kapsamında değerlendirilmek üzere mahkeme, hâkim veya savcılıklara talep halinde verilir.

Haklarında özel kanun hükümleri uygulanmak suretiyle koruma tedbirlerinden yararlanarak kimlikleri değiştirilen bazı suç faillerinin yeni kimlikleri adlî sicil kayıtlarına işlenmek üzere Genel Müdürlüğe gönderilir.

Koruma tedbirlerinden yararlanarak kimlikleri değiştirilenleri merkezi adlî sicile bildirmekle görevli makamlar, bu kişilerin eski kimlikleri ile yeni kimliklerini ve varsa haklarında kesinleşmiş mahkûmiyet kararlarını birlikte gönderir. Bu kişilere ait adlî sicil bilgileri de ancak soruşturma ve kovuşturma konusu olan işler sebebi ile mahkeme, hâkim, askerî hâkim, Cumhuriyet başsavcılıkları, askerî savcılıklar veya yetkili seçim kurullarınca istendiği takdirde yeni kimlikleri ile bildirilir.

Adlî sicil ve arşiv bilgisi sorgulama yetkisi

Madde 15 – (Başlığıyla birlikte değişik:RG-20/4/2013-28624)

Bir suça ilişkin soruşturma ve kovuşturma kapsamında adlî sicil ve arşiv kayıtlarında;

Mahkeme, hâkim, askerî hâkim, Cumhuriyet başsavcılığı ve askerî savcılık doğrudan doğruya,

Kolluk ve diğer kamu kurum ve kuruluşları Adalet Bakanının onayı ile,

sorgulama yapabilirler.

Kamu kurum ve kuruluşları, görev ve yetkileri kapsamında, mevzuatın adlî sicil ve arşiv kaydı alınmasını öngördüğü hâllerde, Adalet Bakanlığının izniyle, kendi iş ve işlemlerine esas olmak üzere ve sadece o iş ve işleme münhasır olarak, ilgili kişiler hakkında, Adlî Sicil Paylaşım Sisteminden sorgulama yapabilir.

Gerçek kişiler, kendileriyle ilgili adlî sicil ve arşiv kaydını, güvenli elektronik imza veya güvenli kimlik doğrulama araçlarını kullanarak sorgulayabilirler. Sorgulama sonucu oluşturulan elektronik imzalı doğrulama kodunu da içeren adlî sicil ve arşiv kaydı belgesi, elektronik ortamda ilgilisine güvenli şekilde ulaştırılır.

Adlî Sicil Paylaşım Sistemi veritabanındaki bilgilerin tamamı hiçbir kuruma veya kişiye verilemez.

Adlî Sicil Paylaşım Sisteminin işletilmesinde, kanunlarda ve uluslararası sözleşmelerde yer alan özel hayatın gizliliğine ilişkin hükümler esas alınır. Kamu kurum ve kuruluşları, adlî sicil bilgilerinin gizliliğini korumakla yükümlüdürler.

Adlî Sicil Paylaşım Sistemine erişecek kamu kurum ve kuruluşları ile bağlantı, e-Devlet Kapısı üzerinden ve/veya noktadan noktaya iletişim şekillerinden biri kullanılarak sağlanır. Veri iletişiminin doğru, hızlı, kesintisiz ve güvenli olması için gerekli tedbirler alınır.

Kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek kişilerin, Adlî Sicil Paylaşım Sistemine erişimleri, internet tarayıcıları veya internet servisleri üzerinden gerçekleştirilir.

Adlî Sicil Paylaşım Sisteminden yapılabilecek sorgulamalar, sorgulama sonucu olarak gönderilen bilgiler, kamu kurum ve kuruluşlarının erişeceği internet servisleri ve gerçek kişilerce erişilebilecek internet sayfaları, Genel Müdürlükçe belirlenir ve verilen yetkiler dışında işlem yapılması ve bilgi alınması engellenir.

Adlî Sicil Paylaşım Sistemi veri tabanından yedi gün – yirmidört saat hizmet verilir.

Genel Müdürlük, Adlî Sicil Paylaşım Sistemine erişecek kamu kurum ve kuruluşları kullanıcıları ile gerçek kişilerin kontrol edilmesi, verilen yetki çerçevesinde bilgi alınması ve gerekli bilgilerin Adlî Sicil Paylaşım Sistemi veri tabanında tutulması için her türlü tedbiri alır. Adlî Sicil Paylaşım Sisteminden yapılan her türlü işlemin tarihi, saati, işlemi yapan birim ve kullanıcı, yapılan sorgulama bilgileri izleme bilgisi olarak tutulur. Tutulan izleme bilgisi sorgu sonucunu da içerir.

Adlî Sicil Paylaşım Sisteminden yararlanmak isteyen kamu kurum ve kuruluşlarının, Bakanlığa yazılı olarak başvurması ve başvurularda, talep edilen bilgilerin kullanılma gerekçesinin ve yasal dayanağının belirtilmesi zorunludur.

Bakanlık, Adlî Sicil Paylaşım Sistemi veri tabanında tutulan bilgileri, bu Yönetmelikte belirlenen usul ve esaslara göre Bakanlık ile kamu kurum ve kuruluşları arasında yapılacak protokol çerçevesinde paylaşıma açabilir. Bu bilgilerin protokollerde belirtilen esaslar doğrultusunda kullanılması zorunludur.

Onikinci fıkrada belirtilen protokolde aşağıda belirtilen hususlara yer verilir:

Kamu kurum ve kuruluşları ve kullanıcıların yetkileri,

Bilgilere erişim şekli,

Bilgilere erişim süresi,

Kamu kurum ve kuruluşlarının Adlî Sicil Paylaşım Sistemi veri tabanını kullanma amacı,

Sorumluluk,

Eğitim,

Taraflarca uygun görülecek diğer hususlar.

Sorgulamanın usul ve esasları Bakanlık ile sorgulama talep eden kamu kurum ve kuruluşları arasında yapılacak protokolde belirlenir.

Yürürlükten kaldırılan yönetmelik

Madde 16 — 13/11/1991 tarihli ve 21050 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Adlî Sicil Yönetmeliği yürürlükten kaldırılmıştır.

Yürürlük

Madde 17 — Bu Yönetmelik yayımı tarihinde yürürlüğe girer.

Yürütme

Madde 18 — Bu Yönetmelik hükümlerini Adalet Bakanı yürütür.

Read More

Tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine dair Anayasa Mahkemesi Kararı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANAYASA MAHKEMESİ
 
 
BİRİNCİ BÖLÜM
 
KARAR
 
ONUR YILDIZ BAŞVURUSU
(Başvuru Numarası: 2019/29206)
 
Karar Tarihi: 7/6/2023
 
BİRİNCİ BÖLÜM
 
KARAR
 

 

Başkan : Hasan Tahsin GÖKCAN
Üyeler : Recai AKYEL
    Selahaddin MENTEŞ
    İrfan FİDAN
    Muhterem İNCE
Raportör : Ferhat YILDIZ
Başvurucu : Onur YILDIZ
Vekili : Av. Ünzile YÜKSEL

 

  1. BAŞVURUNUN ÖZETİ
  2. Başvuru; tıbbi ihmal sonucu zarara uğranılması nedeniyle maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.
  3. Başvurucu 18/2/2009 tarihinde iyileşemeyen gribal enfeksiyon sonrası gelişen baş ağrısının şiddetlenmesi ve her iki bacakta güçsüzlük şikâyetleri ile Giresun Devlet Hastanesine başvurmuş veGuillaine Barreön tanısıyla Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi Acil Tıp Servisine yönlendirilmiştir. Başvurucu 19/2/2009 tarihinde (gece saat 01.00) hastane acil servisine başvurmuş, hastane tarafından başvurucuda Medulla Spinalis (omur iliği) hastalığı olabileceği belirtilmiş ve başvurucuda aynı gün saat 09.00’da şuur bozulması, beyin sapı bulguları ve solunum durması gelişmiştir. Bunun üzerine başvurucu yoğun bakım ünitesine alınmış ve altmış dokuz gün boyunca yoğun bakım ünitesinde kalmıştır. Başvurucunun burada tedavisi tamamlanıp taburcu edildikten sonra farklı hastanelerde Guillaine Barre hastalığı teşhisi konularak tedavisine başlanmış olup bu hastalık sonucunda başvurucunun hâlen %81 oranında vücut fonksiyonlarında kaybının bulunduğu anlaşılmaktadır.
  4. Başvurucu, Trabzon İdare Mahkemesinde (Mahkeme) 27/6/2012 tarihinde maddi ve manevi tazminat talebiyle tam yargı davası açmıştır. Mahkeme, idarenin hizmet kusurunun bulunup bulunmadığının belirlenmesi için Adli Tıp Kurumundan (ATK) rapor alınmasına karar vermiştir. ATK 2. İhtisas Kurulu 2/4/2014 tarihli raporunda; Giresun Devlet Hastanesi tarafındanGuillaine Barreön tanısı konularak hastaneye sevk edilen başvurucuda birkaç saat gibi kısa bir sürede şuur bozulması, beyin sapı bulguları ve solunum durması oluştuğu belirtilmiştir. Bu durumun tedaviyi gerçekleştiren doktorların acil olarak beyin patolojilerine yönlenmesine yol açtığı, hastaya yaklaşımda öncelikle hayati tehlike ile mücadele edilmesinin tıp kurallarına uygun olduğu vurgulanmıştır. Raporda ayrıca Guillaine Barre tedavisinde önemli bir yere sahip olan IVIG (vücut savunma mekanizmasını etkileyen) ve Plasmoferez (bir çeşit kan değişimi) adındaki tedavi yönteminin beyin enfeksiyon hastalıkları tedavisinde yer almadığı, bu nedenle hastalığa ilişkin kesin tanı oluşmadan tedaviye başlanmasının mümkün bulunmadığı ifade edilmiştir. Raporda son olarak hastanın solunum ve şuurunun etkilenmesinden kısa bir süre sonra yoğun bakım ünitesine kabul edilmesinin ve hayati fonksiyonlarının kontrol altına alınmasının tıp kurallarına uygun ve hayat kurtarıcı olduğu belirtilmiştir.
  5. Başvurucu ATK raporuna karşı sunduğu 3/2/2015 tarihli itiraz dilekçesinde; bağımsız ve özel üniversite hastanelerinde görev yapmakta olan profesörlerden oluşacak yeni bir kuruldan rapor alınması gerektiğini, başvurucunun sakat kalmasına neden olan ihmallerin ve sorumluların tespit edilmediğini ifade etmiştir. Ayrıca başvurucu tarafından Giresun Devlet Hastanesinde yapılan ilk muayenedeGuillaine Barreteşhisiyle hastaneye sevk edildiği, hastanece ise anılan teşhis dikkate alınmadan hatalı olarak menenjit teşhisi ve tanısı konulduğu, buna göre tedavi uygulandığı, bu nedenle de telafisi mümkün olmayan sonuçların ortaya çıktığı vurgulanmıştır.
  6. Mahkemece 24/2/2015 tarihli ara kararla; ATK 2. İhtisas Kurulu raporundaki“… İlk günden yapılan EMG ve klinik tablo ile kısmı uyumun dikkate alınıp medulla Spinalis lelzyonlarının araştırılmaması eksiklik olarak kabul edildiği…”ifadesine yer verilmesi karşısında kusur boyutunun yeterince incelenmesi açısından, başvurucunun hastaneye geldiği 01.00’den yoğun bakıma kaldırıldığı 09.00’a kadarki 8 saatlik süreçte tanı konulamamasının tıp kuralları açısından olağan olup olmadığı hususunda ATK Genel Kurulundan bilirkişi raporu alınmasına karar verilmiştir. ATK Genel Kurulu 13/8/2015 tarihli bilirkişi raporunda özetle; başvurucunun Hastaneye ilk girişinden itibaren tüm bulguların kişide ensefalomyelit tanısını destekler nitelikte olduğu, yaşamsal fonksiyonlar yönünden öncelik arz eden yoğun bakım ünitesine kabul edilmesinin ve hastanın hayati fonksiyonlarının kontrol altına alınmasının tıp kurallarına uygun bulunduğu ifade edilmiştir.
  7. Mahkemece 12/2/2016 tarihli ara kararıyla;medulla spinalis lelzyonlarının araştırılmasına ilişkin eksikliğin başvurucunun hastalığının tespitindeki ve sonrasında uygulanacak tedaviler açısından öneminin ATK Genel Kurulu raporunda yeterince irdelenmediğinden bu hususta özel bir inceleme yapılmasının istenilmesine karar verilmiştir. Ara kararla ayrıca başvurucunun %81 oranında fonksiyon kaybına yol açan hastalığının hastanede yoğun bakımda uygulandığını iddia ettiği yanlış teşhis ve tedavi sonrasında oluşup oluşmadığı, bu aşamadaGuillaine Barre hastalığına yönelik bir araştırma yapılıp yapılmadığı, yapılmamışsa hastanenin kusuru bulunup bulunmadığı hususlarında da inceleme yapılması istenmiştir. ATK Genel Kurulu 23/6/2016 tarihli raporunda özetle; başvurucunun Giresun Devlet Hastanesince Guillaine Barre ön tanısıyla hastane acil servisine yönlendirildiği, burada gerçekleştirilen ilk muayene ve tetkiklerde başvurucunun Medulla Spinalis (omur iliği) hastalığı olabileceği ifade edilmiştir. Raporda başvurucunun birkaç saat gibi kısa bir süre içerisinde şuur bozulması, beyin sapı bulguları ve solunum durması durumunun geliştiği, yoğun bakıma kaldırıldığı, tanı konulmasının sekiz saat gecikmesinin ihmal ya da kusur olarak değerlendirilemeyeceği, ilgili sağlık personelinin kusurunun bulunmadığı vurgulanmıştır.
  8. Mahkeme 27/10/2016 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; söz konusu ATK raporlarına atıf yapılmış ve yapılan takip ve tedavilerin tıp kurallarına uygun olduğu, bu nedenle davalı idareye izafe edilebilecek bir kusur bulunmadığı vurgulanmıştır. Kararda ayrıca başvurucun ATK raporlarına yönelik itirazlarının yerinde görülmediği ifade edilmiştir.
  9. Başvurucu anılan karara karşı sunduğu istinaf dilekçesinde; hastanenin yanlış teşhis ve hatalı tedavisi yüzünden yatağa bağımlı hâle geldiğini, kendisineGuillaine Barreteşhisinin konulduğunun açık olmasına rağmen hastanece bu durumun dikkate alınmadığını ileri sürmüştür. Hastane acil servisine geldiği saat 01.00’den yoğun bakıma kaldırıldığı saat 09.00’a kadar acil serviste kaldığını, kendisine doğru ve hızlı tanının konulmadığını, yoğun bakıma alındıktan sonra da konulan hatalı tanıya göre tedavisine devam edildiğini, daha sonra gördüğü tedavi ve ameliyatların dikkate alınmadığını iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca özel hastane veya tıp fakültelerinden rapor alınması taleplerinin dikkate alınmadığını, daha sonra doğru tedavi sürecinde yer alan doktorların tanık olarak dinlenilmediğini, ATK raporlarının mesleki dayanışma amacı güttüğünü ifade etmiştir.
  10. Samsun Bölge İdare Mahkemesi 3. İdari Dava Dairesi (Bölge İdare Mahkemesi) 10/5/2017 tarihli ara kararıyla;
  11. Davacı açısından, Karadeniz Teknik Üniversitesi Farabi Hastanesi’ne giriş yaptığı andan itibaren yapılan tetkikler sonucunda alınan bulguların Guillain Barre Sendromu’nu düşündürür nitelikte olup olmadığı,
  12. Guillain Barre Sendromu’nun tanısına yardımcı olacak laboratuvar yöntemlerinin olup olmadığının sorularak, var ise davacı açısından bu yöntemlerinin uygulanıp uygulanmadığı,

iii. Guillain Barre Sendromu teşhisine yardımcı olacak yöntemler arasında yer alan beyin omirilik sıvısı (BOS) incelemesinin yapılıp yapılmadığı, yapılmamasının bir eksiklik olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği,

  1. Adli Tıp Kurumu 2. İhtisas Kurulu tarafından hazırlanan 12.11.2014 tarihli ve 8012 karar numaralı raporda tespit edilen medulla Spinalis lezyonlarının araştırılmamasına ilişkin eksikliğin davacının hastalığının tespitindeki ve sonrasında uygulanacak tedaviler açısından öneminin söz konusu raporda yeterince irdelenmediği anlaşıldığından; bu hususun açıklığa kavuşturulması,
  2. Medulla spinalis lezyonlarının araştırılmaması hususunun Guillain Barre Sendromu tanısı koymak adına bir öneminin olup olmadığıhususlarında ATK Genel Kurulundan bilirkişi raporu istenilmesine karar vermiştir.
  3. ATK Genel Kurulu 26/4/2018 tarihli bilirkişi raporunda; başvurucuda kısa süre içerisinde şuur bozulması ve solunum durması durumlarının geliştiğini, bu durum nedeniyle hekimlerin acil olarak beyin patolojilerine yöneldiğini, bu nedenlerle öncelikle hayati tehlike ile mücadele edilmesinin tıp kurallarına uygun bulunduğunu ifade etmiştir. RapordaGuillaine Barre Sendromutedavisinde önemli bir yere sahip olan IVIG (vücut savunma mekanizmasını etkileyen) ve Plazmaferez (bir çeşit kan değişimi) adındaki tedavi yöntemlerinin beyin enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde yer almaması nedeniyle hastaya kesin tanı konulmadan bu tedavilerin başlanılmasının mümkün bulunmadığı vurgulanmıştır. Raporda son olarak hastaneye ilk girişinden itibaren uygulanan tetkikler sonucunda edinilen tüm bulguların kişideki ensefalomyelit tanısını destekler nitelikte bulunduğu, yaşamsal fonksiyonların önem arz ettiğinden yoğun bakım ünitesine kabul edilmesinin ve hayati fonksiyonlarının kontrol altına alınmasının tıp kurallarına uygun olduğu belirtilmiştir.
  4. Bölge İdare Mahkemesi davalı idarenin istinaf başvurusunun vekâlet ücreti yönünden kabulüne, diğer yönlerden ise istinaf başvurularının esastan reddine 12/11/2018 tarihinde karar vermiştir. Kararın gerekçesinde ATK Genel Kurulu raporu dayanak gösterilerek mahkeme kararının kaldırılmasını gerektirecek bir neden görülmediği ifade edilmiştir.
  5. Başvurucu ve idarenin temyiz talebi, Danıştay Onuncu Dairenin 22/5/2019 tarihli kararıyla kesin olarak reddedilmiştir.
  6. Başvurucu, nihai hükmü 10/7/2019 tarihinde öğrendikten sonra 6/8/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
  7. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
  8. DEĞERLENDİRME
  9. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
  10. Başvurucu yargılamanın yaklaşık 7 yıl sürdüğünü, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
  11. 28/3/2023 tarihli ve 7445 sayılı Kanun’un 40. maddesiyle 9/1/2013 tarihli ve 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun’un geçici 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer alan “bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih” ibaresi “9/3/2023 tarihi” şeklinde değiştirilmiştir.
  12. Bu bağlamda 6384 sayılı Kanun’un 7445 sayılı Kanun’un 40. maddesiyle değiştirilen geçici 2. maddesi uyarınca 9/3/2023 tarihi itibarıyla Anayasa Mahkemesinde derdest olan yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı iddiasıyla ilgili bireysel başvuruların Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Tazminat Komisyonu (Tazminat Komisyonu) tarafından incelenerek karara bağlanması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi Ferat Yüksel (B. No: 2014/13828, 12/9/2018, §§ 27-36) kararında Tazminat Komisyonuna başvuru imkânının getirilmesine ilişkin yolu ulaşılabilir olma, başarı şansı sunma ve yeterli giderim sağlama kapasitesi olup olmama yönünden inceleyerek Tazminat Komisyonuna başvuru yolu tüketilmeden yapılan başvurunun incelenmesinin bireysel başvurununikincil niteliğiile bağdaşmayacağı sonucuna varmış; başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle başvurunun kabul edilemezliğine karar vermiştir.
  13. Somut başvuruda da söz konusu karardan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır.
  14. Açıklanan gerekçelerle başvurucunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizinbaşvuru yollarının tüketilmemesinedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.
  15. Maddi ve Manevi Varlığın Korunması ve Geliştirilmesi Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
  16. Başvurucu; yargılamayı gerçekleştiren mahkemelerce idare lehine düzenlenen ATK raporlarının hükme esas alındığını, özel hastaneden rapor tanzimi taleplerinin değerlendirilmediğini, hastaneye geldiği saat 01.00’den saat 09.00’a kadar doğru teşhis konulup tedavisine başlanılamadığını ileri sürmüştür. Başvurucu daha sonra tedavisini gerçekleştiren doktorlar başta olmak üzere tanık dinletme taleplerinin hukuka aykırı olarak reddedildiğini, dosyaya sunduğu delillerin dikkate alınmadığını, bu nedenle hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.
  17. Bakanlık görüşünde; başvurucunun maddi ve manevi varlığını koruma hakkının ihlal edildiğine ilişkin yapılacak değerlendirmede Anayasa ve ilgili mevzuat hükümleri, Anayasa Mahkemesi içtihatları ve somut olayın kendine özgü koşulları ile Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörlüğü’nden temin edilen görüş ve belgeleri dikkate alınarak bir inceleme yapılması gerektiği ifade edilmiştir. Başvurucu Bakanlık görüşüne karşı beyanında, bireysel başvuru formunda ileri sürdüğü iddiaları tekrar etmiştir.
  18. Başvuru, maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı kapsamında incelenmiştir.
  19. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan maddi ve manevi varlığın koruması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
  20. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında hukuki sorumluluğu ortaya koymak adına adli ve idari yargıda açılacak tazminat davalarının makul derecede dikkatli ve özenli inceleme şartını yerine getirmesi gerekmektedir. Derece mahkemelerinin bu tür olaylara ilişkin yürüttükleri yargılamalarda Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği seviyede derinlik ve özenle bir inceleme yapıp yapmadıklarının ya da ne ölçüde yaptıklarının da Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira derece mahkemelerinin bu konuda gösterdiği hassasiyet, yürürlükteki yargı sisteminin daha sonra ortaya çıkabilecek benzer hak ihlallerinin önlenmesinde sahip olduğu önemli rolün zarar görmesine engel olacaktır (Yasin Çıldır, B. No: 2013/8147, 14/4/2016, § 57;Tevfik Gayretli,B. No: 2014/18266, 25/1/2018, § 32).
  21. Diğer taraftan belirtmek gerekir ki olayların oluşumuna ilişkin delillerin değerlendirilmesi öncelikle idari ve yargısal makamların ödevidir. Aynı şekilde başvuru dosyasında bulunan tıbbi bilgi ve belgelerden hareketle bilirkişilerin vardığı sonuçların doğruluğu hakkında fikir yürütmek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir (Mehmet Çolakoğlu,B. No: 2014/15355, 21/2/2018, § 47). Ancak kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı kapsamında yerine getirmek zorunda olduğu usul yükümlülüklerinin somut olayda yerine getirilip getirilmediğinin nesnel bir şekilde değerlendirilmesi için ilgili anayasal kurallar bağlamında derece mahkemelerinin kendilerine tanınmış takdir yetkileri çerçevesinde hareket edip etmediklerinin denetlenmesi gerekir. Bu bağlamda müdahaleyi haklı göstermek için öne sürülen gerekçelerin ilgili ve yeterli olup olmadığı incelenmelidir (Murat Atılgan,B. No: 2013/9047, 7/5/2015, § 44).
  22. Somut olayda yargılamayı gerçekleştiren mahkemelerce ATK 2. İhtisas Kurulu ve ATK Genel Kurulundan, tarafların iddiaları ve resen belirlenen hususlarla ilgili çok sayıda bilirkişi raporu alınmıştır (bkz. §§ 3-10). Sonuç olarak yargılamayı gerçekleştiren mahkemeler ATK raporlarına dayanarak hastanenin (idarenin) kusurlu olmadığını tespit ederek davanın reddine karar vermişlerdir. Başvurucunun yeniden bilirkişi raporu alınması talebi, anılan ATK raporları hükme esas alınabilecek nitelikte kabul edilerek reddedilmiştir.
  23. Başvurucu iddiasını, vücut fonksiyonlarının kaybolmasının nedeninin hastaneye başvurduğu ilk anda rahatsızlığına ilişkin doğru teşhis konulup buna göre tedavi uygulanmaması hususlarına dayandırmaktadır. Başvurucunun bu esaslı itirazlarının yargılamayı gerçekleştiren mahkemelerce dikkate alındığı, buna göre ATK Genel Kurulundan, ayrıntılı somut tespitler içeren ara kararlarıyla ek bilirkişi raporları tanzim edilmesinin istenildiği anlaşılmaktadır. Nitekim ATK Genel Kurulunca açıkça başvurucunun yoğun bakıma alınana kadar hastanede geçirdiği sekiz saatlik sürede kesin teşhis için tüm tetkik ve incelemelerin yapıldığı, başvurucunun şuurunun kapanması ve hayati tehlikesinin bulunması nedeniyle yoğun bakımda tedavisine devam edilmesinin zorunlu olduğu vurgulanmıştır. Yine bilirkişi raporlarında başvurucunun hayati riski nedeniyleGuillaine Barrehastalığına yönelik kesin teşhisin konulamadığı ve buna yönelik tedavinin o anda uygulanamayacağı gerekçeleriyle birlikte ifade edilmiştir.
  24. Bu durumda başvurucunun yargılamanın sonucuna etkili iddiaları derece mahkemelerince dikkate alınmış, bu hususlarda bilirkişi raporları alınmış, başvurucunun raporlara yönelik itirazları son tahlilde, ATK Genel Kurulu raporu hükme esas alınabilecek nitelikte olduğundan bahisle reddedilmiştir. Bu itibarla yargılamayı gerçekleştiren mahkemelerce başvurucunun ileri sürdüğü iddialar araştırılarak, maddi vakayı aydınlatma yükümlülüğü yerine getirilmiş olup delillerin değerlendirilmesinde bariz takdir hatası veya açık keyfîlik oluşturan bir bulguya rastlanmamıştır. Öte yandan başvurucunun erken teşhis konulup tedaviye başlanılmaması nedeniyle hastalığının ilerlediğine ve hastane tarafından yoğun bakımda bulunduğu sırada kendisine yanlış tedavi uygulandığına ilişkin iddiaları yönünden mahkeme kararlarında konuyla ilgili ve yeterli bir gerekçe ortaya konulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı bakımından kamu makamlarının pozitif yükümlülüklerini yerine getirdikleri kanaatine varılmıştır.
  25. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınanmaddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edilmediğine karar verilmesi gerekir.

III. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

  1. 1. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianınbaşvuru yollarının tüketilmemesinedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,
  2. Maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,
  3. Anayasa’nın 17. maddesinde güvence altına alınan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının İHLAL EDİLMEDİĞİNE Selahaddin MENTEŞ’in karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
  4. Yargılama giderlerinin başvurucu üzerinde BIRAKILMASINA,
  5. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 7/6/2023 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞIOY

Mahkememizin Sayın çoğunluğu başvuruya konu kişinin Anayasa’nın 17. Maddesinde güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığının koruma hakkının ihlal edilmediğine karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesinin bir çok kararında vurgulandığı üzere; maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkı kapsamında hukuki sorumluluğu ortaya koymak adına adli ve idari yargıda açılacak tazminat davalarının makul derecede dikkatli ve özenli inceleme şartını yerine getirmesi gerekmektedir. Derece mahkemelerinin bu tür olaylara ilişkin yürüttükleri yargılamalarda Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği seviyede derinlik ve özenle bir inceleme yapıp yapmadıklarının ya da ne ölçüde yaptıklarının da Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilmesi gerekmektedir (Yasin Çıldır, B. No: 2013/8147, 14/4/2016, § 57; Tevfik Gayretli, B. No: 2014/18266, 25/1/2018, § 32).

Öte yandan bir mesleğin belirli riskler içermesi, icrası sırasında meydana gelecek tüm risklerin hukuki sorumluluk dışında olduğu ve ilgililerin sorumlu olmadığı anlamına gelmemektedir. Sağlık personeli, mesleğini yerine getirirken özen yükümlülüğü kapsamında bu tür risklerin gerçekleşmesini önlemeye ilişkin olarak elindeki tüm imkânları kullanmak mecburiyetindedir. Buna göre riskleri, mümkünse önleyici, değilse asgariye indirici şekilde davranmaları, buna rağmen riskler doğduğunda yapacakları müdahaleyle zarar veya tehlike neticesini mümkün olduğunca ortadan kaldırmaları gerekmektedir (Eliçe Aydın ve diğerleri, B. No: 2015/5228, 20/3/2019, § 54). Bununla birlikte doktorun özen yükümlülüğünün teşhisten tedaviye kadar geçen süreçte hastaya ilişkin müdahalelerde dikkatli, özenli, tıp kurallarına ve standartlarına uygun davranmayı kapsadığı söylenebilir. Ayrıca hekimin uygun tedavi yöntemi seçme ve uygulama yükümlülüğü de mevcuttur (Secdiye Başaran, B.No: 2020/1066,1/2/2023, § 32).

Somut olayda ise başvurucuya Devlet Hastanesinde Guillaine Barre hastalığı ön tanısı konulduğu ancak bu hastalığın tedavisi için, olanakları nedeniyle ileri tetkik ve tedavi amacıyla, acil olarak Üniversite Hastanesine (Hastane) sevk edildiği anlaşılmaktadır. Başvurucunun Guillaine Barre hastalığı ön tanısı ile sevk edilmesine rağmen enfeksiyon/menenjit teşhisi ile başvurucunun iddiasına göre hastanede 80 gün tedavi görmüştür. Bir sonuç alınamadığı gerekçesiyle hasta yakınlarının talebiyle sevk edildiği hastanede ise Guillaine Barre hastalığı teşhisi kesin olarak konulmuştur. Süreçte alınan Adli Tıp Kurumu raporlarında ise başvurucunun Hastaneye kaydının yapılmasından yoğun bakıma alınmasına kadar geçen 8 saatlik sürecin değerlendirildiği görülmektedir (saat 01.00-09.00). Ancak bu 8 saatlik süre zarfınca ön tanıya ilişkin hangi tetkiklerin yapıldığı ve şuur kaybının gerçekleştiği saat 09.00’a kadar ön tanıya ilişkin tetkik yapılıp yapılamayacağı ve riski azaltmak adına nasıl bir tedavi uygulandığı konularının ise tam olarak açıklığı kavuşturulduğu söylenemez. Ayrıca başvurucunun ATK raporlarının yetersizliği ve yeniden başka bir yerden rapor alınması gerektiğine ilişkin itiraz ve taleplerinin de yeterli gerekçeyle karşılanamadığı görülmüştür.

Bu durumla birlikte başvurucunun Hastaneden kaldığı 80 günlük sürecin incelenmediği, bu süreçte başvurucunun durumunda iyileşme görülmemesine rağmen tedavide bir değişiklik yapılıp yapılmadığı, ön tanıya ilişkin ek/ileri tetkikler yapılmasının mümkün olup olmadığı hususlarının araştırılmadığı açıktır. Somut olay bir bütün halinde değerlendirildiğinde; ön tanıya yoğunlaşarak erken teşhis yapılıp yapılamayacağı, erken teşhis halinde sonucun doğup doğmayacağı, tedavi sürecinde ek tetkiklerin mümkün olup olmadığı, süreçte ön tanı gözetilerek riskleri azaltacak tedbirlerin alınıp alınmadığı, taburcu olduğu tarihe kadar uygulanan tedavinin tıp kurallarına uygun olup olmadığı, anılan süreçte sadece enfeksiyon/menenjit teşhisine dayalı bir tedavi uygulanmışsa bu durumun sonuca katkısının ne olduğu gibi hususların tam olarak ortaya konulmadığı anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak açıklanan nedenlerle yargı makamları tarafından hekimin teşhis ve tedavide tıp kurallarına uygun ve riskleri azaltacak şekilde davranıp davranmadığının açıklığa kavuşturulduğu, dolayısıyla Anayasa’nın 17. maddesinin gerektirdiği seviyede derinlik ve özenle bir inceleme yapıldığı söylenemeyeceğinden, ihlal olmadığı yönündeki çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

        Üye

Selahaddin MENTEŞ

 

Read More

İş sözleşmelerinin sendikal gerekçelerle feshedilmesi sonrasında işe iade taleplerinin reddedilmesinin sendika hakkını ihlal ettiği hakkında Anayasa Mahkemesi Kararı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

İKİNCİ BÖLÜM

KARAR

AYDIN OKUTUCU VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2020/11279)

Karar Tarihi: 24/5/2023

R.G. Tarih ve Sayı: 29/8/2023 – 32294

 

İKİNCİ BÖLÜM

KARAR

 

Başkan : Kadir ÖZKAYA
Üyeler : M. Emin KUZ
    Yıldız SEFERİNOĞLU
    Basri BAĞCI
    Kenan YAŞAR
Raportör : Gülsüm Gizem GÜRSOY
Başvurucular : 1. Aydın OKUTUCU
    2. Oğuzhan ÇELİK
    3. Serdar İNCİTOPU
Başvurucular Vekili : Av. Halil AĞIRGÖL

 

  1. BAŞVURUNUN KONUSU
  2. Başvuru, başvurucuların iş sözleşmelerinin sendikal gerekçelerle feshedilmesi sonrasında işe iade taleplerinin reddedilmesinin sendika hakkını ihlal ettiği iddiasına ilişkindir.
  3. BAŞVURU SÜRECİ
  4. Konu yönünden hukuki irtibat bulunması nedeniyle aynı mahiyetteki dosyalar bu dosya üzerinde birleştirilmiştir.
  5. Başvurular süresinde yapılmıştır.
  6. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
  7. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
  8. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir. Başvurucular, Bakanlık görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır.

III. OLAY VE OLGULAR

  1. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:
  2. Başvurucuların üyesi olduğu sendika 1975 yılında Ambar İşçileri Sendikası olarak kurulmuş; 2002 yılında Türkiye Devrimci Kara, Hava, Demiryolu İşçileri Sendikası (Nakliyat-İş/Sendika) adını almıştır. Sendika, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonuna bağlıdır.
  3. Davalılardan TÜVTÜRK Türkiye’de periyodik araç muayenesinde yetkili ve görevli tek kuruluştur. Diğer davalı Reysaş Lojistik (R.L./işyeri/işveren) ise alt işletim sözleşmesi kapsamında Eskişehir, Sivrihisar, Kastamonu, Tosya, Karabük, Bartın, Zonguldak ve Ereğli’deki TÜVTÜRK araç muayene istasyonlarını işletmektedir.
  4. Nakliyat-İş, davalı işyerinde toplu iş sözleşmesi (TİS) yapabilmek için 21/2/2018 tarihinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına yetki tespiti başvurusunda bulunmuştur. Sendikanın yetkili sendika olabilmek için gerekli çoğunluğu sağladığı, 28/2/2018 tarihli anılan Bakanlık yazısıyla tespit edilmiştir. Davalı işyeri, Sendikaya karşı olumlu yetki tespitinin iptali davası açmıştır ve olayların geçtiği tarihte bu dava derdesttir.
  5. Başvurucuların iddiasına göre davalı işyeri yetki tespiti sürecinde işçileri baskı altına almaya çalışmış ve on dört sendikalı işçinin iş akdini feshetmiştir. Bunun üzerine işçiler ve Sendika 2/3/2018 tarihinde işveren hakkında 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 117. maddesi kapsamında “iş ve çalışma hürriyetinin ihlali“, 118. maddesi kapsamında “sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi” suçlarını işlediğinden bahisle suç duyurusunda bulunmuştur.
  6. Başvurucular işten çıkarılan işçilerin tekrar işe alınması koşuluyla işveren ile anlaştıklarını, anlaşma kapsamında işveren hakkındaki şikâyetlerinden vazgeçtiklerini, bunun sonucunda işçilerin tekrar işe alındığını ifade etmiştir.
  7. Başvurucuların iddiasına göre işveren altı aylık suç duyurusunda bulunma süresinin geçmesi üzerine işyerinde sendikalı işçiler üzerindeki baskıyı tekrar artırmış, çalışma koşullarını kötüleştirmiştir. Başvurucular baskılar karşısında sendikalı beş işçinin Nakliyat-İş’ten istifa ettiğini ve sendikalı M.O. isimli işçinin de Eskişehir’den Sivrihisar ilçesine gönderilerek diğer sendikalı işçilere gözdağı verildiğini ileri sürmüşlerdir.
  8. Başvurucuların da aralarında bulunduğu on beş işçi, işverenin sendikalı işçilere yönelik baskı kurduğu gerekçesiyle 14/11/2018-22/11/2018 tarihleri arasında iş yavaşlatma eylemi kararı almış ancak üç gün süreyle iş yavaşlatma eyleminde bulunmuştur. Bunun üzerine işveren 22/11/2018 tarihinde başvurucuların iş akdini feshetmiştir. Fesih gerekçesinde; başvurucuların 14/11/2018-22/11/2018 tarihleri arasında iş yavaşlatma eylemi organize ettiği, bu sebeple araç muayene randevularının sarkmasına, hizmetin aksamasına, araç muayenesine gelen vatandaşların mağdur olmasına, muayene edilen araçların sayısının %50 -%60 oranında düşmesine, istasyon performans göstergesi ortalamasının 8’den 4’e gerilemesine ve otuz günü aşan iş kaybı ile zarara sebebiyet verdikleri belirtilerek iş akitlerinin tazminatsız ve bildirimsiz olarak feshedildiği belirtilmiştir.
  9. Bunun üzerine başvurucular, yapılan fesihlerin sendikal nedenle gerçekleştirilen haksız ve geçersiz fesih olduğunu ileri sürerek işe iade ve sendikal tazminat talepli dava açmıştır. Başvurucular dava dilekçelerinde; işyerinde yasal sendikal faaliyetlerde bulunduklarını, buna karşın işverenin sendikal faaliyetleri engellemek amacıyla tazminatsız bir şekilde iş akitlerini sonlandırdığını ifade etmiştir.
  10. Davalı işyeri; ilk derece mahkemesine sunduğu cevap dilekçesinde başvurucuların da aralarında bulunduğu işçilerin haksız bir biçimde iş yavaşlatma eylem yaptıklarını, eylemin hem işyerine yönelik hem kamusal zarara neden olduğunu ileri sürmüştür. Davalıya göre başvurucuların iş akitleri haklı nedenle feshedilmiştir.
  11. Başvurucuların açtıkları davalara ilişkin yargılamalar Eskişehir 2. İş Mahkemesinde görülmüştür. Yargılama safhasında Mahkemece bilirkişi marifetiyle işverenin ses kayıtlarının yer aldığı bir CD’nin çözümü yaptırılmıştır. İlgili konuşmada işverenin sendikalaşma ile ilgili yer alan ifadeleri özetle şöyledir:

“…ben önce solcuydum… sonra kapitalist oldum… komünist oluyordum ama tutarsan kapitalist oluyorsun, biz boyayı tuttuk duvarlara yazı yazıyorduk şurası böyle olsun burası böyle olsun hala görüşümüzün içinde sosyalizm var, geçen sene benim muayene istasyonları sendikaya müracaat etmiş, aylarca uğraştım sendikayı iptal ettirmek için, len dedim ben yıllarca sendika gelsin diye duvara yazı yazmışım nasıl olacak insan hayatında değişik derken …derken böyle bir dünya kuruldu…”

  1. Yargılamayı yapan Eskişehir 2. İş Mahkemesi açılan davaların kabulüne karar vermiştir. Gerekçeli kararın ilgili kısmı şöyledir:

“…T.T istasyonlarının randevu sistemi ile çalıştığı işçilerin demokratik tepkilerini mevcut baskıya karşı ortaya koymak amacıyla mahkememiz değerlendirmesinde whatsapp görüşmelerine yansıdığı üzere2-3 gün sürecek şekilde gerçekleştirdikleri ancak ilk günden sonra randevu sistemi ile geciken herhangi bir iş veya zararın mevcut olmadığı bu anlamda işi yavaşlatma neticesinde zarara uğrandığı iddiasının gerçeği yansıtmadığı, kaldı ki araç muayenelerinin gelen araç marka, yaş ve problemlerine göre değişebileceği ve bu anlamda fesih sebeplerinde geçerlilik bulunmadığı…

Feshin sendikal sebeplerle olup olmadığı ve sendikal tazminata hak kazanılıp kazanılmadığı açısından mahkememizce yapılan değerlendirmede ise… çözümü yaptırılan cd çözümü vetanık beyanları ile sabit olduğu üzere davalı işyerinde sendikal örgütlenmeye karşı tavır alındığı ilk olarak Nakliyat İş Sendikasına bağlı işçilerin 28/2/2018 tarihinde sendikanın yetki tespit yazısını alması üzerine ilk etapta 14 sendika işçisini işten çıkardıkları, daha sonra işçilerin yeniden işe alındığı, davalı tarafın işyerinde tanık beyanları ile sabit olduğu üzere sendikal örgütlenmeyi engellemek amacıyla görev yerini değiştirerek engellemeye çalıştığı, işçilerin demokratik ve yasal hak olan sendikal örgütlenmeyi devam ettirmeleri üzerine değişik tarihlerde …15 işçininiş akdine son verildiği, tanık beyanları ve SGK dökümünden de anlaşılacağı üzere bu işçilerin sendikal faaliyetlerde bulundukları ve sendikal örgütlenmede başat rolünde bulundukları sendikalı olmayan 5 işçinin sendikadan istifa ettirildikten sonra halen çalışmaya devam ettikleri gelen sendika yazısından da anlaşılacağı üzere Türkiye Genelinde Nakliyat İş Sendikasına üye olan R.L A.Ş’deki işçilerin iş akitlerine son verildiği, tanık beyanlarından da anlaşılacağı üzere davalı işyerinde sendikalı işçinin kalmadığı davacının iş akdinin davalı tarafından sendikal sebeplerle son verildiği anlaşılmıştır.”

  1. Kararların istinaf yargı yoluna götürülmesi üzerine Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesi, derece mahkemesinin kararlarının esastan kaldırılarak davanın reddine kesin olarak karar vermiştir. Gerekçeli kararın ilgili kısmı şöyledir:

“…Davalı işveren, işyerindeki sendikal örgütlenme liderlerinden [M.O].yu Sivrihisar istasyonunda görevlendirmek istemiş ancak bu işçi bunu kabul etmemiştir. Bunun üzerine işçiler oluşturdukları whatsapp grubu üzerinden anlaşarak 14-22 kasım 2018 tarihleri arasında iş yavaşlatma eylemi yapmıştır. Özellikle 15-17 Kasım tarihleri arasında günlük muayene edilen araç sayısında ciddi düşüş meydana gelmiş ve işler saat 22.00 da bitmiştir. Bunun üzerine işveren 16/11/2018 tarihinde işçilerden yazılı savunma istemiş ve 22/11/2018 tarihinde 15 çalışanın iş sözleşmelerini İş Kanunu’nun 25/II-ı maddesi uyarınca feshetmiştir. İstanbul Anadolu 7. Asliye Ticaret Mahkemesine yazılan talimatla işverenin uğradığı zarar ile ilgili olarak alınan raporda işverenin bu üç günlük sürede uğradığı zarar 26.540,65 TL olarak tespit edilmiştir. İşverenin yeni aldığı işçilere verdiği eğitim gideri davacı ve arkadaşlarının yol açtığı zarar olarak görülemez. Uğranılan zarar 15’e bölündüğünde işçi başına düşen miktar (26540,65/15) 1.679,37 TL yapmakta olup bir aylık brüt ücretinin altında kalmaktadır. Ancak davalı işverenin yönetim hakkı kapsamında işyerinde çalışan [M.O].yu geçici olarak Sivrihisar istasyonunda görevlendirmek istemesi üzerine tamamı sendikalı olan işçilerin üç gün üst üste iş yavaşlatma eylemi yapması sendikal hak arayışındaki ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil etmekte olup işveren açısından haklı neden ağırlığında değil ise de iş sözleşmesini devam ettirmesi beklenemeyeceğinden işveren bakımından geçerli neden teşkil ettiğinden davalıların istinaf başvurusunun kabulü ile mahkeme kararının kaldırılarak davanın reddine karar verilmiştir…”

  1. Başvurucular, süresinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
  2. İLGİLİ HUKUK
  3. Ulusal Hukuk
  4. İlgili Mevzuat
  5. 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun“Feshin geçerli sebebe dayandırılması”kenar başlıklı 18. maddesinin birinci fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

“Otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde en az altı aylık kıdemi olan işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesini fesheden işveren, işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır…”

  1. 4857 sayılı Kanun’un“Fesih bildirimine itiraz ve usulü”kenar başlıklı 20. maddesinin ikinci fıkrası şöyledir:

“Feshin geçerli bir sebebe dayandığını ispat yükümlülüğü işverene aittir. İşçi, feshin başka bir sebebe dayandığını iddia ettiği takdirde, bu iddiasını ispatla yükümlüdür.

  1. 18/10/2012 tarihli ve 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun“Sendika özgürlüğünün güvencesi”kenar başlıklı 25. maddesi şöyledir:

“(1) İşçilerin işe alınmaları; belli bir sendikaya girmeleri veya girmemeleri, belli bir sendikadaki üyeliği sürdürmeleri veya üyelikten çekilmeleri veya herhangi bir sendikaya üye olmaları veya olmamaları şartına bağlı tutulamaz.

(2) İşveren, bir sendikaya üye olan işçilerle sendika üyesi olmayan işçiler veya ayrı sendikalara üye olan işçiler arasında, çalışma şartları veya çalıştırmaya son verilmesi bakımından herhangi bir ayrım yapamaz. Ücret, ikramiye, prim ve paraya ilişkin sosyal yardım konularında toplu iş sözleşmesi hükümleri saklıdır.

(3) İşçiler, sendikaya üye olmaları veya olmamaları, iş saatleri dışında veya işverenin izni ile iş saatleri içinde işçi kuruluşlarının faaliyetlerine katılmaları veya sendikal faaliyette bulunmalarından dolayı işten çıkarılamaz veya farklı işleme tabi tutulamaz.

 (4) İşverenin (…) yukarıdaki fıkralara aykırı hareket etmesi hâlinde işçinin bir yıllık ücret tutarından az olmamak üzere sendikal tazminata hükmedilir.

 (5) Sendikal bir nedenle iş sözleşmesinin feshi hâlinde işçi, 4857 sayılı Kanunun (…), 20 ve 21 inci madde hükümlerine göre dava açma hakkına sahiptir. İş sözleşmesinin sendikal nedenle feshedildiğinin tespit edilmesi hâlinde, 4857 sayılı Kanunun 21 inci maddesine göre işçinin başvurusu, işverenin işe başlatması veya başlatmaması şartına bağlı olmaksızın sendikal tazminata karar verilir. Ancak işçinin işe başlatılmaması hâlinde, ayrıca 4857 sayılı Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrasında belirtilen tazminata hükmedilmez. İşçinin 4857 sayılı Kanunun yukarıdaki hükümlerine göre dava açmaması ayrıca sendikal tazminat talebini engellemez.

 (6) İş sözleşmesinin sendikal nedenle feshedildiği iddiası ile açılacak davada, feshin nedenini ispat yükümlülüğü işverene aittir. Feshin işverenin ileri sürdüğü nedene dayanmadığını iddia eden işçi, feshin sendikal nedene dayandığını ispatla yükümlüdür.

 (7) Fesih dışında işverenin sendikal ayrımcılık yaptığı iddiasını işçi ispat etmekle yükümlüdür. Ancak işçi sendikal ayrımcılık yapıldığını güçlü biçimde gösteren bir durumu ortaya koyduğunda, işveren davranışının nedenini ispat etmekle yükümlü olur.

 (8) Yukarıdaki hükümlere aykırı olan toplu iş sözleşmesi ve iş sözleşmesi hükümleri geçersizdir.

 (9) İşçinin iş kanunları ve diğer kanunlara göre sahip olduğu hakları saklıdır.”

  1. Yargıtay İçtihadı
  2. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15/5/2013 tarihli ve E.2012/22-1407, K.2013/708 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“…Feshin işletme, işyeri ve işin gerekleri nedenleri ile yapıldığı ileri sürüldüğünde, … işverenin bu kararı tutarlı şekilde uygulayıp uygulamadığı (tutarlılık denetimi), işverenin fesihte keyfi davranıp davranmadığı (keyfilik denetimi) ve işletmesel karar sonucu feshin kaçınılmaz olup olmadığı (ölçülülük denetimi-feshin son çare olması ilkesi) açıklığa kavuşturulmalıdır.

… İşveren işletme, işyeri ve işin gerekleri nedeni ile aldığı fesih kararında, … feshin kaçınılmazlığını kanıtlamak zorundadır. İş sözleşmesinin feshiyle takip edilen amaca uygun daha hafif somut belirli tedbirlerin mevcut olup olmadığının değerlendirilmesi, işverenin tekelinde değildir. Bir bakıma feshin kaçınılmaz olup olmadığı yönünde, işletmesel kararın gerekliliği de denetlenmelidir. Feshin kaçınılmazlığı ekonomik açıdan değil, teknik denetim kapsamında, bu kararın hukuka uygun olup olmadığı ve işçinin çalışma olanağını ortadan kaldırıp kaldırmadığı yönünde, kısaca feshin son çare olması ilkesi çerçevesinde yapılmalıdır”

  1. Uluslararası Hukuk
  2. AİHM;Tek Gıda İş Sendikası/Türkiye(B. No: 35009/05, 4/4/2017) kararında, işverenin sendika üyeliğinden ayrılma tehdidine boyun eğmeyerek sendika üyeliğini sürdüren kırk işçinin iş akdinin ekonomik nedenler ve mesleki yetersizlikler gerekçe gösterilerek feshedilmiş olmasını sendika özgürlüğü yönünden incelemiştir:
  3. Anılan karara konu olayda mahkemeler 2004 yılı Temmuz ile Aralık ayları arasında verdikleri kararlarda işçilerin sendika üyeliği sebebiyle işten çıkarıldığı sonucuna ulaşmış ve işçilerin işe iadelerine ya da bir yıllık brüt aylıklarına denk tazminatın işveren tarafından işçilere ödenmesine hükmetmiştir. İşveren, tazminat ödeme seçeneğini tercih ederek işçileri işe başlatmamış ve netice olarak davalı işverene ait işyerinde başvurucu sendikanın üyesi hiçbir işçi kalmamıştır (Tek Gıda İş Sendikası/Türkiye, §§ 17-22).
  4. AİHM; işçilerin ödenen tazminatın yeterliliğini, sendika hakkının kullanımına yönelik işveren tarafından yapılacak müdahalelerde caydırıcılık özelliği olup olmadığı bakımından incelemiştir. Söz konusu başvuruda başvuran sendika, tazminatın caydırıcı bir nitelik taşımaması nedeniyle işverenin işe iade yerine tazminat ödeme seçeneğini tercih ettiğinden, bunun sonucunda toplu görüşme ve toplu sözleşme yapma yetkisini elde edemediğinden şikâyet etmiştir (Tek Gıda İş Sendikası/Türkiye, § 48).

iii. AİHM, işverenin tazminat ödeme seçeneğini tercih etmesi nedeniyle sendikasızlaşma sürecinin yaşandığını ve sonuç olarak sendikanın o işyerinde üyesinin kalmadığını vurgulamıştır (Tek Gıda İş Sendikası/Türkiye, § 54).

  1. AİHM, bu kaybın sendika yönünden sendikal faaliyetlerin özünü zedeleyen bir sınırlama mahiyetinde olduğunu tespit etmiş ve ulusal mahkemelerin müdahalenin ölçülülüğüyle ilgili daha detaylı gerekçeler sunmaları gerektiğine işaret etmiştir. AİHM, somut olayda derece mahkemesinin haksız işten çıkarma için kanun tarafından müsaade edilen asgari tutarda tazminata hükmederken -örneğin işten çıkarılan işçinin aldığı ücretin düşüklüğünü ve işveren şirketin ekonomik gücünün büyüklüğünü dikkate almak suretiyle- tutarın önleyici etkisi üzerinde titiz bir inceleme yaptığına dair bir işaretin bulunmadığını belirtmiştir (Tek Gıda İş Sendikası/Türkiye, § 55).
  2. AİHM, işverenin işten çıkarılan işçilerin işe iadelerini reddetmesinin ve işverenin çalışanları haksız yere işten çıkarmasının önlenmesi bakımından yetersiz miktarda tazminata hükmetmesinin derece mahkemelerince yorumlandığı biçimiyle kanuna aykırı olmadığını not etmiştir. AİHM, ilgili kanunun -derece mahkemesinin uyguladığı şekliyle- başvurucu sendikanın çalışanları üyeliğe ikna etme hakkını toplu işten çıkarma yoluyla bertaraf eden işveren için caydırıcı etki doğuracak yeterlilikte bir ceza dayatmadığı sonucuna ulaşmıştır. AİHM’e göre sonuç olarak somut olayda ne yasama ne de mahkeme, başvuran sendikanın çalışanları sendikaya üye olmaya ikna etme ve bu suretle toplu görüşme imkânı elde etme hakkının kullanımının güvenceye bağlanması pozitif yükümlülüğünü ifa etmiştir. Bu nedenle başvurucu sendika ile işverenin yarışan menfaatleri arasında makul denge kurulamamıştır (Tek Gıda İş Sendikası/Türkiye, § 56).
  3. İNCELEME VE GEREKÇE
  4. Anayasa Mahkemesinin 24/5/2023 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
  5. Başvurucuların İddiaları ve Bakanlık Görüşü
  6. Başvurucular; katıldıkları eylemde demokratik bir şekilde sendikal haklarını kullandıklarını, ilk derece mahkemesinin de yapılan eylemleri sendikal eylem kapsamında değerlendirdiğini ancak istinaf merciinin hukuka aykırı biçimde davaları reddettiğini, bu nedenle sendika haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
  7. Bakanlık görüşünde; öncelikle başvuruculardan Aydın Okutucu ile Serdar İncitopu yönünden bireysel başvuru yapma süresi koşuluna uyulup uyulamadığı ile ilgili kabul edilebilirlik değerlendirmesinin dikkate alınması gerektiği belirtilmiştir. Esas yönünden ise başvurucuların sendika hakkının ihlal edildiğine yönelik şikâyetleri incelenirken yargılama makamları kararlarının yeterli gerekçeyi içerip içermediği, verilen kararlardaki tespit ve sonuçların yasanın uygulanması niteliğinde olup olmadığı, adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda açık bir keyfîlik içerip içermediği hususlarının değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir.
  8. Değerlendirme
  9. Kabul Edilebilirlik Yönünden
  10. Her ne kadar Bakanlık görüşünde bir kısım başvurucu yönünden süre aşımının söz konusu olabileceği belirtilmiş ise de yapılan incelemede tüm başvurucuların süresinde bireysel başvuruda bulunduğu anlaşılmıştır. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan sendika hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddiaların kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
  11. Esas Yönünden
  12. Uygulanabilirlik
  13. İncelenen olayda başvurucular, üç gün süren iş yavaşlatma eylemi yapmıştır. Başvurucular, işverenin işyerindeki sendikal örgütlenmeyi engellemeye çalıştığı, bu kapsamda bir iş arkadaşlarının sendika üyesi olması nedeniyle sürgün edildiği ve diğer sendikalı işçiler üzerinde baskı kurulduğu gerekçesiyle eyleme başladıklarını belirtmiştir. Derece mahkemesi, başvurucuların eylemini demokratik hak kullanımı kapsamında kabul etmiş ve iş akitlerinin sonlandırılmasının sendikal nedenlerle olduğunu değerlendirmiştir. Ancak istinaf mercii başvurucuların üç gün süren eylemini ölçüsüz bulmuş ve işverenin buna katlanmasının beklenemez olduğunu ifade etmiştir.
  14. Bu noktada işçilerin ekonomik, sosyal ve çalışma koşullarını etkileyen uygulamalara yönelik kısa süreli, demokratik bir hakkın kullanımı niteliğindeki protesto eylemlerinin sendika hakkı içinde yer aldığının vurgulanması gerekir (benzer değerlendirmeler için bkz.Muharrem Çimen[GK], B. No: 2016/5002, 23/3/2023, § 47). Bundan başka sendikal özgürlüklerin teminat altına alınması, bireylerin sendikal haklarını kullanırken iş sözleşmelerinin de güvencede olması ile sağlanabilir. Sendikal faaliyetlerde bulunma nedeniyle iş sözleşmelerinin feshedilmesi hâlinde feshin sendikal nedenlerle yapıldığından bahsedilebilir ( Ahmet Sefa Topuz ve diğerleri, B. No: 2016/16056, 21/4/2021, § 55).
  15. Eldeki başvuruda, bir yanda başvurucuların işverenin işyerindeki sendikalaşma nedeniyle sendikalı işçilere uyguladığı baskıyı engellemek için başlattıkları iş yavaşlatma eylemi ile elde etmek istedikleri menfaat, diğer yanda ise işverenin uğradığı zarar bulunmaktadır. Olayların bütünü ve derece mahkemelerinin kabulü birlikte değerlendirildiğinde somut başvuruda esas meselenin devletin bireylerin ve sendikaların haklarını işverenlere karşı güvence altına alma pozitif yükümlülüğü yerine getirip getirmediği olduğu görülmüştür. Dolayısıyla başvurunun Anayasa’nın sendika hakkını koruma altına alan 51. maddesiyle devlete yüklenen pozitif yükümlülükler kapsamında incelenmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır (benzer değerlendirmeler için bkz.Abbas Akçay ve diğerleri, B. No: 2015/2790, 23/5/2018,§ 32).
  16. Anayasa’nın“Sendika kurma hakkı”kenar başlıklı 51. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

 “Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.”

  1. Somut Olayın Değerlendirilmesi
  2. Anayasa’nın 51. maddesinde yer alan “çalışanlar … üyelerinin menfaatlerini korumak için”ibaresi, üyelerin mesleki menfaatlerini korumak için gerçekleştirecekleri sendikal faaliyetlerinin Anayasa tarafından korunduğunu açıkça ortaya koymaktadır (Kristal-İş Sendikası[GK], B. No: 2014/12166, 02/07/2015, § 54). Bu bağlamda sendika hakkı, mensuplarının menfaatlerini korumak üzere yapılan sendikal faaliyetlere izin verilmesini de gerektirmektedir (Tayfun Cengiz, B. No: 2013/8463, 18/9/2014, § 31).
  3. Anayasa’nın 51. maddesinde temel bir hak olarak güvence altına alınmış olan sendika hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Sendika hakkı, bu hakka yönelik kamu gücü tarafından gerçekleştirilen müdahalelerin yanı sıra üyesi oldukları sendikalarca veya kimi durumlarda özel hukuk kişilerince yapılan müdahalelere karşı da anayasal koruma sağlamaktadır. Dolayısıyla sendika hakkı devlete, müdahalede bulunmama biçimindeki negatif yükümlülüğün yanı sıra üçüncü kişilerden gelebilecek müdahalelere karşı ilgiliye koruma sağlama şeklindeki birtakım pozitif yükümlülükler de yüklemektedir (Barış Adıgüzel,B. No: 2016/15802, 8/9/2021, § 29;Ahmet Sefa Topuz ve diğerleri, § 52; Anıl Pınar ve Ömer Bilge, B. No: 2014/15627, 5/10/2017, § 36).
  4. Devletin sendika hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri kaynağını Anayasa’nın 5. ve 51. maddelerinden almaktadır. Bu yükümlülük devlete, üçüncü kişilerin ve özellikle işverenin, çalışanların sendikaya üye olma ve sendikal faaliyette bulunma haklarını kullanmayı engelleyici davranışlarından kaçınmasına yönelik ve sırf bu haklarından yararlandıkları gerekçesiyle yaptırıma tabi tutulmalarını, ayrımcılığa maruz kalmalarını önleyici tedbirler alma ödevi yüklemektedir. Bu çerçevede alınacak tedbirlerin üçüncü kişilerin ve özellikle işverenin çalışanların sendika hakkına müdahalede bulunmaları bakımından caydırıcı nitelik taşıması gerekir. Öte yandan üçüncü kişiler tarafından sendika hakkına müdahale edilmesi durumunda müdahaleye karşı itirazların öne sürülebileceği ve müdahalenin sonuçlarının giderilmesi açısından gerçek ve etkili koruma temin edecek hukuksal mekanizmaların oluşturulması, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınması, gerekiyorsa tazminat ve benzeri giderimler için dava açma imkânının getirilmesi devletin pozitif yükümlülüklerindendir (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz.Muharrem Çimen, §§ 39,40;Barış Adıgüzel, § 30; Anıl Pınar ve Ömer Bilge, § 37; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71; Kemal Kılıç [GK], B. No: 2019/16400, 28/7/2022, § 59). Devletin söz konusu yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin denetimi ise yürütülen sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır.
  5. Kamu gücü kullanan makamların her türlü iş ve işlemlerinde öncelikle Anayasa hükümlerini gözetmeleri zorunludur. Nitekim Anayasa’nın 11. maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu ifade edilmiştir. Diğer taraftan Anayasa’nın 138. maddesine göre hâkimler Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verir. Görüldüğü üzere yargı organlarının uyuşmazlıkları öncelikle Anayasa hükümlerini dikkate alarak çözüme kavuşturmaları anayasal bir zorunluluktur. Bu bağlamda bireysel başvurunun ikincilliği ilkesi, Anayasa Mahkemesinin ilk elden yani doğrudan inceleme yapmamasını ifade ettiği gibi esas itibarıyla idari ve yargısal makamların önlerindeki meseleleri ve uyuşmazlıkları öncelikle Anayasa’ya uygun biçimde sonuca bağlamaları yönünden birincil derecede sorumlu olduklarını göstermektedir. Özellikle temel kanunlarda öngörülen dürüstlük ve iyi niyet kuralları, hakkın kötüye kullanılması yasağı gibi genel ilkeler ile bazı hâllerde olayın özelliklerine ve durumun gereklerine göre hâkime takdir yetkisi tanınması uyuşmazlıkların çözümünde Anayasa’ya uygun yorum imkânı tanıyan söz konusu etkili hukuksal korumanın bir gereği olarak görülmelidir. Dolayısıyla ister özel kişiler arası isterse de taraflardan birinin kamu gücü olduğu uyuşmazlıklar olsun her durumda hâkimin hukuk kurallarını Anayasa’ya uygun bir biçimde yorumlaması ve yargı yetkisinin kullanımı çerçevesinde özellikle Anayasa ile güvence altına alınan temel hak ve hürriyetlerin korunmasını gözetmesi beklenmektedir (bazı değişikliklerle birlikte bkz.Mehmet Apaydın,B. No: 2015/13099, 8/1/2020, §§ 46,47).
  6. Diğer bir ifadeyle Anayasa’ya uygun yorum ilkesi hâkimin hukuk kurallarını yorumlama serbestîsinin sınırını oluşturmaktadır. Dolayısıyla hâkimin bir hukuk kuralının anlam ve kapsamını tespit ederken Anayasa’yı ve anayasal ilkeleri hesaba katmaması Anayasa’nın normlar hiyerarşisinin tepesinde yer almasını anlamsız hâle getirir. Bu bağlamda Anayasa kâğıt üzerinde kalan bir metin değil yaşayan, hukuk sistemini yönlendiren, her türlü kamusal tasarrufta gözetilmesi gereken hukuki bir belgedir (Mehmet Fatih Bulucu[GK], B. No: 2019/26274, 27/10/2022, § 76). Anayasa hükümlerinin bağlayıcılığının gereği olarak hâkimin maddi hukuk hükümlerini uygularken temel hak ve hürriyetlere ilişkin sınırlama ölçütlerini ve güvenceleri öncelikle dikkate alması anayasal bir gerekliliktir.
  7. Bu kapsamda eldeki başvuruda olduğu gibi sendikal nedenlerle bir iş sözleşmesinin sonlandırıldığı iddia edildiğinde mevzuatın gerektirdiği hususların ve ispat koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğini değerlendirmek öncelikle derece mahkemelerinin görevidir. Derece mahkemelerinin olayın koşullarını değerlendirmek açısından daha avantajlı konumda olduğu açıktır. Anayasa Mahkemesinin rolü ise bu kuralların yorumunun Anayasa’ya uygun olup olmadığını belirlemekle sınırlıdır. Önemle değinmek gerekir ki derece mahkemeleri önündeki uyuşmazlık ne kadar Anayasa’da yer alan temel hak ve hürriyetleri ilgilendirirse Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kapsamında bu hak veya hürriyete ilişkin sınırlama ölçütlerini ve güvencelerini denetleme yetkisi o kadar artar. Anayasa Mahkemesinin temel görevi Anayasa’da yer alan hükümlerin yeknesak ve doğru bir biçimde uygulanmasını sağlamaktır.Bu nedenle Anayasa Mahkemesi, derece mahkemeleri tarafından izlenen usulü denetlemek ve özellikle mahkemelerin Anayasa’nın 51. maddesindeki güvenceleri gözetip gözetmediğini belirlemekle yetinmektedir. Dolayısıyla yapılan incelemede, derece mahkemelerinin yeri alınmamakta; kamusal makamların süreç içindeki tutumları sendika hakkı bağlamındaki usule ilişkin güvenceler açısından değerlendirilmektedir (benzer değerlendirmeler için bkz.Türkiye Gıda ve Şeker Sanayi İşçileri Sendikası,B. No: 2016/13328, 19/11/2020, § 40; Türkiye Petrol, Kimya ve Lastik Sanayi İşçileri Sendikası, B. No: 2016/13351, 15/12/2020, § 40; Ahmet Sefa Topuz ve diğerleri, § 57; Muharrem Çimen, § 42).
  8. Bununla birlikte sendika hakkının gerektirdiği pozitif yükümlülüklerin yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için her iki tarafın menfaatlerinin de mümkün olduğunca dengelenmesi ve taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca yol açılmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52;Kemal Kılıç, § 61). Bu noktada Anayasa Mahkemesinin yapacağı inceleme, başvurucuların sendikal nedenlerle işten çıkarıldıkları gerekçesiyle açtıkları davalarda devletin pozitif yükümlülüğünün gerektirdiği şekilde yargısal bir değerlendirme yapılıp yapılmadığı ve özellikle derece mahkemelerinin kararlarının konuyla ilgili ve yeterli gerekçe içerip içermediğine ilişkindir.
  9. Öncelikle başvuruya konu olayların meydana geldiği tarihten önce başvurucuların mensubu olduğu sendikanın işyerinde TİS yapma yetkisini elde ettiğinin altı çizilmelidir. Bundan sonra işveren yetki tespitine itiraz davası açmış ve dava sürecinde Nakliyat-İş’e üye on dört işçiyi işten çıkarmıştır. Sonrasında işçiler ve Sendika, işveren hakkında sendikal haklarının engellendiğinden bahisle suç duyurusunda bulunmuş ve işçilerin tekrar işe alınması koşuluyla şikâyetlerinden vazgeçmiştir. Ancak bir süre sonra başvurucuların beyanına göre işyerinde sendikalı işçiler üzerinde baskı kurulmuş, çalışma koşulları kötüleştirilmiş ve beş sendika işçisi sendikadan istifa etmiş, istifa ettikten sonra davalı işyerinde çalışmaya devam etmiştir. Bunun yanı sıra yine başvuruculara göre kalan sendikalı işçilere gözdağı vermek için Nakliyat-İş üyesi olan M.O. uzak bir ilçede görevlendirilmiştir. Daha sonra başvurucular ile birlikte on beş işçi üç gün süreyle iş yavaşlatmıştır. Olaylara bir bütün olarak bakıldığında işçiler mensubu oldukları veTİS imzalama yetkisini elde etmiş Sendikanın işyerinde gücünün kırılmasını önlemek adına hareket etmiştir. İşverenin sendikalı on dört işçiyi işten çıkarması, beş sendikalı işçinin istifası ve sendikalı bir işçinin başka yerde görevlendirilmesi işçilerde böyle bir endişenin yaşanmasına neden olmuştur. Nitekim dava sürecinde derece mahkemelerinin tespitine göre işyerinde sendikalı işçi kalmamıştır ve dosyada yer alan bilgilere göre işverenin sendikalılaşmanın önüne geçmek istediği açıktır. Bu tespitler karşısında işçilerin duyduğu endişenin temelsiz olmadığı, işverenin kendi uygulamaları neticesinde bu eylemlerin ortaya çıktığı görülmüştür.
  10. İlk derece mahkemesi, başvurucuların eylemlerini sendika hakkı kapsamında kabul ederek iş akitlerinin sendikal nedenlerle feshedildiği sonucuna ulaşmıştır. İstinaf incelemesi sonucunda Bölge Adliye Mahkemesi, işçilerin işveren nezdinde bir aylık brüt ücret tutarından daha az bir zarara neden olduklarını tespit etmiştir. Ancak Bölge Adliye Mahkemesine göre işverenin sendikalı M.O.yu Sivrihisar istasyonunda görevlendirmek istemesi üzerine tamamı sendikalı olan işçilerin üç gün üst üste iş yavaşlatma eylemi yapması sendikal hak arayışındaki ölçülülük ilkesine aykırıdır. Mahkeme bu nedenle başvurucuların iş sözleşmelerinin feshini, geçerli nedenle fesih kapsamında kabul etmiştir. Açıktır ki Bölge Adliye Mahkemesi de başvurucuların eylemini sendikal hak kapsamında değerlendirmiş, işverenin uğradığı maddi zararın telafi edilemeyecek bir miktar olmadığının altını çizmiş ancak başvurucuların üç gün süreyle gerçekleştirdiği eylemin ölçüsüz olduğu sonucuna ulaşmıştır.
  11. Dolayısıyla eldeki başvuruda değerlendirilmesi gereken husus başvurucuların sendikal haklarını savunmak ve korumak adına toplu bir biçimde iş yavaşlatarak demokratik bir tepki ortaya koymalarına, işverenin ne derecede katlanması gerektiğidir. Başvurucularla birlikte on beş işçi üç gün süreyle iş yavaşlatma eyleminde bulunmuştur. İstinaf merciinin tespitine göre bu eylemler düşük bir maddi zarara neden olmuştur. İşveren; anılan eylem nedeniyle vatandaşların hizmet almasında %50-60 oranında kayıp yaşandığını belirterek eylemlerin hem kamusal hem işyerinde zarara neden olduğu gerekçesiyle başvurucuların işine son vermiştir. Bu bakımdan barışçıl olduğu konusunda ihtilaf bulunmayan ve maddi anlamda da telafi edilebilecek düzeyde olduğu anlaşılan eylemlerin sırf üç gün sürmesi nedeniyle işverene yönelik hak arama amacının ötesine geçtiği gösterilememiştir. Başvurucuların da aralarında bulunduğu işçilerin sendikal hak taleplerini dile getirmek adına gerçekleştirdikleri eylemin ulusal hukuk kapsamında ve Anayasa’nın 51. maddesine aykırı olmayan koşullarda, sendikal haklarının korunması için gösterdikleri çabanın bir parçası olarak yorumlanmaması için bir sebep bulunmadığı değerlendirilmiştir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin kanaatine göre Anayasa ile güvence altına alınan sendika hakkının korunması için başvurucuların anılan eylemine daha fazla tahammül gösterilmemesi için elde herhangi bir neden bulunmamaktadır (benzer değerlendirmeler için bkz.Muharrem Çimen,§ 49).
  12. Türk iş hukukunda, doktrin ve Yargıtay uygulamaları ile feshin son çare olması ilkesi benimsenmiştir. Buna göre işveren tarafından sözleşmenin feshine son çare olarak başvurulmalı, daha hafif tedbirlerle ya da yöntemlerle iş ilişkisinin sürdürülmesinin mümkün olmaması durumunda ancak fesih düşünülmelidir (bkz. § 24; Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 22/3/2007, E.2006/36997, K.2007/8174; Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 24/2/2016, E.2015/26193, K.2016/3803; Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, 17/3/2016, E.2015/39141, K.2016/6555; Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 12/6/2007, E.2007/8740, K.2007/18743; Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, 14/12/2009, E.2009/11733, K.2009/34774). Feshin son çare olması ilkesi, işin doğası gereği 4857 sayılı Kanun’un 18. maddesinde öngörülen geçerli sebeple fesih hâllerinde gündeme gelmekle birlikte haklı sebeple derhâl fesih kurumunun temelinde de mündemiçtir (sendika hakkı bağlamında feshin son çare olması ilkesine ilişkin açıklamalar için bkz. Muharrem Çimen, §§ 26, 50).
  13. Başvurucular sendika hakkı çerçevesinde gerçekleştirdikleri eylem nedeniyle oldukça ağır bir sonuçla karşılaşmış ve işlerini kaybetmiştir. Karşılaşılan ağır sonuç nedeniylefeshin son çare olması prensibininbu tür davalarda uygulanmasının temel hak ve özgürlüklerin korunması için hayati önemde olduğu açıktır. Zira son çare olduğu gösterilmeden temel hak ve özgürlüklerini kullanan işçilerin iş sözleşmelerinin feshedilmesi söz konusu işçiler ve diğerleri üzerinde temel hak ve özgürlüklerini kullanmaları sırasında caydırıcı bir etkiye neden olacaktır. O hâlde bir iş sözleşmesinin feshinin temel hak ve özgürlüklerin ihlaline neden olmaması için iş ilişkisinin devam ettirilmesini imkânsız kıldığı değerlendirilen ve doğrudan en ağır yaptırıma bağlanmış olan bu sebeplerin işverence ve daha sonra denetleme yapan derece mahkemelerince hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya konulmuş olması gerekir (Kardelen Yoğungan ve Sonay Tezcan, B. No: 2018/24097, 2/5/2023, § 63).
  14. Buna karşın başvurucuların iş akdinin sonlandırılmasındafeshin son çare olması prensibininde değerlendirilmediği görülmüştür. Her iki tarafın menfaatleri gözönüne alındığında -başvurucuların neden oldukları zararın kişi başı aylık brüt ücretin altında olduğunun tespiti ile birlikte değerlendirildiğinde- iş sözleşmelerinin sonlandırılmış olmasının başvuruculara aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklediği ve iş akitlerinin feshedilmesinin kaçınılmaz olduğunun gösterilemediği değerlendirilmiştir (benzer değerlendirmeler için bkz. Muharrem Çimen, § 50).
  15. Tüm bu açıklamalar karşısında eldeki başvuruda işveren tarafından başvurucuların sendika hakkına yapılan müdahale onların ve başkalarının sendika haklarını kullanmaları üzerinde caydırıcı bir etkiye yol açacaktır. Buna karşın Bölge Adliye Mahkemesinin sendika hakkının gerektirdiği biçimde tarafların menfaatlerini ilgili ve yeterli bir gerekçeyle adil bir şekilde dengelemediği, dolayısıyla devletin pozitif yükümlülüğünün gerektirdiği şekilde yargısal bir değerlendirme yapmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
  16. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 51. maddesinde güvence altına alınan sendika hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
  17. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden
  18. Başvurucular, ihlalin tespiti ile yeniden yargılama talebinde bulunmuştur.
  19. Başvuruda tespit edilen hak ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargımercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılamaişlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).
  20. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

  1. Sendika hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
  2. Anayasa’nın 51. maddesinde güvence altına alınan sendika hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
  3. Kararın bir örneğinin sendika hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 8. Hukuk Dairesine (E.2019/4297, K.2019/3464; E.2019/4299, K.2019/3466; E.2019/4300, K.2019/3467) iletilmek üzere Eskişehir 2. İş Mahkemesine (E.2018/905, K.2019/774; E.2018/909, K.2019/776, E.2018/911, K.2019/775) GÖNDERİLMESİNE,
  4. 1.340,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 11.240,70 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,
  5. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
  6. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE, 24/5/2023 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
Read More

Ceza Yargılamalarındaki Beraat Hükümlerinin İdari Mahkemeler Tarafından Dikkate Alınmaması Nedeniyle Masumiyet Karinesi İhlal Edilmiştir.

* Anayasa Mahkemesi, “Ceza yargılamalarındaki beraat hükümlerinin idari mahkemeler tarafından dikkate alınmaması nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği”ne karar verdi.

* Mezkûr Kararlar’a aşağıda yer verilmiştir;

ANAYASA MAHKEMESİ

BİREYSEL BAŞVURU

Başvuru Numarası: 2016/13566

Karar Tarihi: 02.07.2020

Resmi Gazete Tarihi: 20.10.2020

Resmi Gazete Sayısı: 31280

DEVLET MEMURLUĞUNDAN ÇIKARMA DİSİPLİN CEZASINA KARŞI AÇILAN DAVADA, DİSİPLİN İŞLEMİNE KONU OLAN EYLEM İÇİN YAPILAN CEZA YARGILAMASINDA BERAAT KARARI VERİLMESİNE RAĞMEN DİSİPLİN İŞLEMİNİN HUKUKA UYGUN OLDUĞU SONUCUNA ULAŞILMASI NEDENİYLE MASUMİYET KARİNESİ İHLAL EDİLMİŞTİR

HÜSEYİN SEZER BAŞVURUSU

2709k/36, 38

5237k/285

657K/125, 131

AİHS/6

ÖZETİ: A. Masumiyet karinesinin ihlal edildiğine ilişkin İddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞU,

B. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci ve 38. maddesinin dördüncü fıkralarında güvence altına alınan masumiyet karinesinin İHLAL EDİLDİĞİ,

C. Kararın bir örneğinin masumiyet karinesinin ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması İçin yeniden yargılama yapılması amacıyla Gaziantep 2. İdare Mahkemesine (E.2013/859, K. 2013/624) GÖNDERİLMESİ,

D. 239.50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.239.50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİ,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takriben başvurucunun Hazine ve Malîye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılması, ödemede gecikme olması halinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihîne kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASI,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığı’na GÖNDERİLMESİ Hakkında.

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; devlet memurluğundan çıkarma disiplin cezasına karşı açılan davada, disiplin işlemine konu olan eylem için yapılan ceza yargılamasında beraat kararı verilmesine rağmen disiplin işleminin hukuka uygun olduğu sonucuna ulaşılması nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 22/7/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4 Komisyonca başvurunun, kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, karar verilmiştir,

5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir,

6. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur,

7. Birinci Bölüm tarafından 28/11/2019 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğümün (İçtüzük) 28, maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula şevkine karar verilmiştir,

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

A. Ceza Yargılaması Süreci

9. Zabıt kAtibi olarak görev yapan başvurucu hakkında 23/4.2008 tarihinde, gizlilik: kararı alınmış dava dosyasının (kaçakçılık soruşturması) fotokopisini çektirmek suretiyle örneğini bir avukata verdiği iddiasıyla gizliliğin ihlali suçundan Nizip 1. Asliye Ceza Mahkemesi (Ceza Mahkemesi) nezdinde kamu davası açılmıştır,

10. Başvurucu ve olayla ilgili olan kişilerin ceza yargılaması süresinde ifadeleri alınmıştır. Başvurucu, Ceza Mahkemesi kartonda yer aldığı şekliyle hakkında gizlilik/kısıtlama kararı verilen soruşturma dosyasıyla hiçbir ilgisinin olmadığını, olay günü Nizip 1. Asliye Ceza Mahkemesine ait 2007/70 Esas saydı dava dosyasının fotokopisini çektirdiğini, Nizip Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/2932 numaralı soruşturma dosyasının (kısıtlama kararı verilen soruşturma dosyası) fotokopisini çektirmediğini ifade etmiştir. Fotokopi işleminin yapıldığı iddia edilen kırtasiyenin, sahibi A.Ü. ifadesinde özetle 23/4/2008 günü öğle saatlerinde bir şahsın elinde bir dosyayla kırtasiyeye gelerek dosyanın fotokopisinin çekilmesini talep ettiğini, dosyanın fotokopisini çektiği sırada şahsın telefonunun çaldığını ve telefon konuşmasından sonra heyecanlanan şahsın fotokopiyi daha sonra alacağını belirterek dosyanın aslını alıp kırtasiyeden çıktığını belirtmiştir. A.Û, aynı gün saat 19.30 sıralarında biri kısa diğeri uzun boylu iki kişinin kırtasiyeye geldiğini, bu kişilerden uzun boylu olanın öğle saatlerinde gelen kişiye benzettiğini, fotokopi çekme işleminin bitmesi üzerine bu kişilerin 10 TL fotokopi ücretini vererek dışarı çıktıklarını beyan etmiştir. A.Ü., bu kişilerin kendi aralarındaki konuşmalarından şüphelenmesi nedeniyle durumu polis olan arkadaşı M.D.ye bildirdiğini, M.D.nin daha sonra kırtasiyeye gelerek öğle saatlerinde çekilmiş olan fotokopiyi aldığını belirtmiştir. A.Ö. akabinde ise ifadesinin alınması amacıyla karakola götürüldüğünü, kendisinin karakoldan korktuğu için hu kişilerin adliyeden gelen şahıslar olduğunu belirttiğini ancak daha sonra bu kişilerin adliyeden gelen şahıslar olmadığını anladığını ifade etmiştir, Evrakın kendisine verildiği iddia edilen avukat M.A.O,, olaydan bir sene kadar önce dosyanın bir suretini almak için mahkemeye dilekçe verdiğini ancak dosyanın 2007/69 Esas saydı dam dosyasıyla karıştırılmam nedeniyle anılan dönemde dosyanın bir suretini alamadığını, daha sonra dosyanın karara çıkma aşamasına gelmesi nedeniyle dosyanın bir suretini alma talebini yeniden mahkeme kalemim söylediğini, dosyayı talep ettiği sırada mahkeme personelinin yoğun olması nedeniyle 2-3 gün içinde dosyanın fotokopisinin çekilebileceğinin kendisine söylendiğini, olay günü saat 19.00 sıralarında başvurucunun kendisini aradığını ve dosyanın fotokopisini çektirdiğini söylediğini, bunun üzerine kırtasiyeye gidip dosyanın fotokopisini aldığını, ayrıca hakkında gizlilik kararı verilen Nizip Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/2932 numaralı soruşturma dosyası ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını ifade etmiştir. Nizip Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/2932 numaralı soruşturma dosyasında yaklaşık yirmi şüphelinin avukatlığım yapan S.Ç., çektirilen fotokopiyi kendisinin almadığını ifade etmiştir.

11. Ceza Mahkemesinin A.Ü. ile başvurucuyu duruşma sırasında yüzleştirmesi üzerine A.Ü., hakkında kısıtlama kararı verilen dosyayı kırtasiyeye getiren kişinin başvurucu olmadığı yönünde beyanda bulunmuştur. Dava kapsamında ifadeleri alınan polis memurları, başvurucuyu hakkında gizlilik kararı verilen dosyayı fotokopi çektirirken bizzat görmediklerini belirtmişlerdir. Mahkeme, başvurucunun telefon kayıtlarının da incelemiş ancak başvurucunun. Nizip Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/2932 numaralı soruşturma dosyasında şüpheli olarak bulunan kişilerle herhangi bir telefon görüşmesinin olmadığını tespit etmiştir.

12. Sonuç olarak Nizip 1. Asliye Ceza Mahkemesi 9/7/2008 tarihli kararıyla başvurucuya isnat edilen eylemin sübut bulduğunu ortaya koyacak nitelikte her türlü şüpheden uzak, somut ve inandırıcı delil bulunmadığı gerekçesiyle delil yetersizliğinden başvurucunun beraatine hükmetmiştir. Beraat kararı temyiz edilmeden 17/7/2008 tarihinde kesinleşmiştir.

13. Ayrıca Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü 19/2/2009 tarihli işlemi ile Nizip Cumhuriyet Başsavcılığının beraat kararının kanun yararına bozulması talebini reddetmiştir.

14. Diğer taraftan rüşvet alma ve verme, örgüte bilerek isteyerek yardım etme suçlarından da başvurucu hakkında soruşturma yapılmış ise de yeterli şüphe oluşturacak delilin bulunmadığı gerekçesiyle 20/6/2008 tarihinde Nizip Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ek kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir.

B. Disiplin Cezası ve İdari Yargı Süreci

15. Gaziantep Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu (Komisyon) tarafından başvurucu hakkında aynı eylem nedeniyle 12/5/2008 tarihinde disiplin soruşturması başlatılmıştır. Tanık beyanları, polis ve jandarma tutanakları İle tespit edilen diğer belgeler uyarınca soruşturma sonucunda başvurucunun soruşturmaya konu, gizlilik, kararı alınmış dava dosyasının fotokopisini çektirmek suretiyle örneğini bir avukata verme eylemini gerçekleştirdiği kanaatine ulaşılmıştır. Komisyon 12/6/2008 tarihli kararı ile 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 125. maddesinin (D) bendinin (k) alt bendi uyarınca açıklanması yasaklanan bilgileri açıklama eyleminden başvurucuya kademe ilerlemesinin durdurulması disiplin cezası verilmesi önerisiyle dosyayı Adalet Bakanlığı Disiplin Kuruluna (Kurul) sunmuştur. Kurul 657 sayılı Kanun’un 125. maddesinin (E) bendinin (g) alt bendi uyarınca eylemi, devlet memurluğundan çıkarma cezası gerektiren devlet memurluğu ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı, utanç verici hareketlerde bulunma fiili kapsamında değerlendirerek 13/1/2009 tarihli kararı, ile dosyayı Yüksek Disiplin Kuruluna sevk etmiştir.

16. Adalet Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu 3/3/2010 tarihli işlemiyle başvurucunun 657 sayılı Kanun’un 125. maddesinin (E) bendinin (g) alt bendi uyarınca devlet memurluğundan çıkarma disiplin cezası ile cezalandırılmasına karar vermiştir. Kararda, 657 sayılı Kanun’un 131. maddesi uyarınca ceza kovuşturmasında mahkûm olunmamanın disiplin cezası uygulanmasına engel olmadığı belirtilerek olaya ilişkin tanık ifadeleri ile diğer bilgi ve belgelere göre değerlendirme yapılmıştır. Tanık ifadelerine detaylı olarak yer verilen kararda, kırtasiyeci A.Ö.nün adliyede çalıştığını bildiği kişilerin hafta sonu elinde evrakla fotokopi çektirmeye geldiğini, evraktan bir örnek çektirdikten sonra aslım alıp bir örnek daha çoğaltılmasını isteyip adliyeye doğru gittiğini, evraka bakıp jandarma operasyonuna ilişkin belge olması nedeniyle şüphelenip polis M.D.yi arayarak durumu bildirdiğini, MD.nın talebi üzerine evraklardan bir fotokopi de kendisi için ayırdığını; polis memuru M.D.nin ise kırtasiyecinin kendisini arayarak şüpheli durumu bildirdiğini, bunun üzerine polis arkadaşı N. T,yi arayarak kırtasiyeyi takibe almasını istediğini, kısa bir süre sonra N.T.nîn de telefonla geri arayarak kendisine kırtasiyeye ilgililerin girip çıkığını, akabinde adliyede çalışan diğer kişiye ait arabaya bindiklerini, ardından arabanın arka koltuğundan avukat M.A.O.nun evrakla indiğini daha sonra kırtasiyeye girip A.Ü.den evrak örneğini aldığını ve evrakın jandarma operasyonum ait olduğunu söylediğini ifade ettiği belirtilmiştir. Kararda, olayın diğer tanıklarının benzer İfadelerine yer verilerek Nizip Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tanıklar A.Ü., RT, ve İ.A.ya başvurucuya ait fotoğraf teşhisi yaptırıldığı, başvurucunun sözlü savunmasının alındığı, bu savunmada başvurucunun iddiaları kabul etmediği, ceza verilecek ise iyi sicilinin gözetilmesi gerektiğini ve fotokopi çektirdiği dosyanın avukatın farklı bir dosyası olduğunu beyan ettiği ifade edilmiştir. Kararın değerlendirme kısmında, soruşturma dosyası içeriğindeki bilgi ve belgeler ile tanık beyanlarından yola çıkılarak ”ilgililerin yapmış olduğu gerek sözlü gerekse yazılı savunmalarında ısrarla olay günü fotokopisini çektirdikleri dosyanın Avukat [M.A.O.nun] vekilliğini yaptığı 2007/70 sayılı dosya olduğunu söyledikleri, ancak bu dosyanın incelenmesinde adı geçen Avukatın talebini 18/04/2007 tarihinde havale ettirdiği, talebin yaklaşık 1 sene sonra hem resmi tatil günü ve hem de saat 19:00 civarlarında her iki ilgilinin birlikte yerine getirmesinin şüphe uyandırdığı, kaldı ki disiplin soruşturması sırasında dinlenen tanıkların beyanları, fotoğraf teşhis tutanağı, tanık kırtasiyeci [A.Ü] tarafından kolluk güçlerine teslim edilen ilgililerce çektirilen dosyaya ait olduğu iddia edilen yaklaşık 75 sayfalık evrak suretinin Nizip Cumhuriyet Başsavcılığının 2007/2932 sayılı soruşturma dosyası olması nazara alındığında, ilgililerin hakkında gizlilik kararı verilmiş ve henüz soruşturma aşamasında olan dosyanın fotokopisini gizlice çektirerek avukata verdiklerinin sabit olduğu, ilgililerin uzun süredir Devlet memuru olmaları nedeniyle hu şekilde bir eylemde bulunmaları halinde haklarında uygulanacak idari ve cezai tahkikatın neticesini bilmeleri nedeniyle herhangi bir menfaat temin etmeden yapmalarının hayatin olağan akışına ters olması nedeniyle savunmalara itibar edilmemiştir” denilmiştir. Ayrıca başvurucunun uzun süredir kamu görevi yürütüyor olmasına rağmen disiplinsiz davranışta bulunması, toplumun adalet kuruntuna bakış açısı ve temiz toplum özlemi dikkate alınarak alt ceza uygulanmasına yer olmadığı belirtilmiştir.

17. Başvurucu, devlet memurluğundan çıkarma cezasının İptali istemiyle 16/4/2010 tarihinde Gaziantep 2. İdare Mahkemesi (Mahkeme) nezdinde dava açmıştır.

18. Mahkeme 30/9/2010 tarihli kararıyla işlemi iptal etmiştir. İptal gerekçesinde öncelikle her ne kadar gizliliği ihlal suçu İsnadıyla yapılan yargılama sonucu beraat kararı verilmiş ise de bu durumun disiplin hukuku bağlamında değerlendirme yapılarak işlem tesis edilmesine engel teşkil etmediği, başvurucunun yapılan idari soruşturma sonucunda dosyadan fotokopi çektirip avukata verme eylemini gerçekleştirdiği hususunun ortaya konulduğu vurgulanmıştır. Bununla birlikte başvurucunun eyleminin kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını gerektiren açıklanması yasak olan bilgi ve belgelerin açıklanması eylemi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği belirtilerek eylemin yanlış nitelenmesi ile tesis edilen İşlemde hukuka uyarlık bulunmadığı şeklinde iptal gerekçesi oluşturulmuştur.

19. Söz konusu iptal hükmü Danıştay onikinci Dairesinin 31/10/2012 tarihli ilamı ile bozulmuştur. Bozma gerekçesinin ilgili kısmı şöyledir:

” … adalet teşkilatında kalem hizmetinin bir ekip çalışmasını gerektirdiği, adalet dağıtılmasında aracı olan zabıt katiplerinin topluma ve beraber çalıştığı meslektaşları ile hakim ve savcılara sınırsız bir güven duygusu vermesinin zorunlu olduğu gözönüne alındığında, dava dosyasına sunulan belgeler ile sabit olan bir tatil günü mesai saati sonrasında hakkında gizlilik kararı alınmış bir soruşturma dosyasını hakimin odasından alarak adliyeye yakın bir kırtasiyede fotokopimi çektirmek suretiyle bir örneğini şüphelinin avukatına verme fiilinin 65? sayılı Kanunun 125. maddesinin E bendinin (g) alt bendinde belirtilen ‘Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak’ fiili kapsamında olduğu açık olup, davacının eyleminin karşılığı alan ceza ile cezalandırılmasında hukuka aykırılık,,, bulunmamaktadır.”

20. Mahkeme bozma kararına uymuş ve bozma ilamındaki gerekçeyi benimseyerek 23/5/2013 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir.

21. Ret hükmü Danıştay Onikinci Dairesinin 12/2/2014 tarihli kararı ile onanmıştır.

22. Karar düzeltme istemi ise Danıştay Onaltıncı Dairesinin 13/4/2016 tarihli kararı ile reddedilmiştir. Karar oyçokluğu ile alınmıştır. Azınlıkta kalan üyelerin karşıoy gerekçesinde özetle ceza yargılamasında olayın tek tanığı olan şahsın da başvurucuyu eylemin faili olarak teşhis edemediği dikkate alındığında başvurucuya isnat edilen eylemin her türlü şüpheden uzak ve somut bir şekilde ispatlanamadığı ifade edilmiştir.

23. Başvurucu nihai kararı 30/6/2016 tarihinde tebellüğ etmesinin ardından 22/7/20î 6 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

24. 657 sayılı Kanun’un 125. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır:

g) memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak”

25. 657 sayılı Kanun’un “Cezai kovuşturma ile disiplin kovuşturmamın bir arada yürütülmesi’’ kenar başlıklı 131. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“Aynı olaydan dolayı memur hakkında ceza mahkemesinde kovuşturmaya başlanmış olması, disiplin kovuşturmasını geciktiremez.

Memurun ceza kanununa göre mahkûm olması veya olmaması halleri, ayrıca disiplin cezasının uygulanmasına engel olamaz,”

26. 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk, Ceza Kanunu’nun “Gizliliğin ihlali” kenar başlıklı 285. maddesinin uyuşmazlık konusu olay ve ceza yargılaması süresince yürürlükte bulunan hali şöyledir:

”Soruşturmanın gizliliğini aknen ihlal eden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Ancak, soruşturma aşamasında alınan ve kanun hükmü gereğince gizli tutulması gereken kararların ve bunların gereği alarak yapılan işlemlerin gizliliğinin ihlali açısından aleniyetin gerçekleşmesi aratmaz.

Kanuna göre kapalı yapılması gereken veya kapalı yapılmasına karar verilen duruşmadaki açıklama veya görüntülerin gizliliğini alenen ihlal eden kişi, birinci fıkra hükmüne göre cezalandırılır. Ancak, bu suçun oluşması için tanığın korunmasına ilişkin olarak alınan gizlilik kararına aykırılık açısından aleniyetin gerçekleşmesi aranmaz.

Bu suçların basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde, ceza yarı oranında artırılır.

Soruşturma ve kovuşturma evresinde kişilerin suçlu olarak damgalanmalarını sağlayacak şekilde görüntülerinin yayınlanması halinde, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. ”

B. Uluslararası Hukuk

27. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (Sözleşme) 6, maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir:

“Kendisine bir suç isnat edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz saydır.”

28. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AÎHM) göre Sözleşme’nin 6. maddesinin (2) numaralı fıkrasında güvence altına alınan masumiyet karinesinin iki boyutu bulunmaktadır. Buna göre ilk boyut, bir suç isnadında bulunulmasından ceza yargılamasının sonuçlanmasına kadar geçen süreci güvence altına almaktadır. İkinci unsur ise mahkûmiyet hükmüyle sonuçlanmayan ceza yargılamalarıyla bağlantılı müteakip yargılamalar bağlamında kişinin masumiyetine saygı gösterilmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Ceza yargılamasının devam ettiği sürece ilişkin ilk unsurun kapsamı sadece ceza yargılamalarının adilliğini temin etmek adına usule ilişkin bir güvence olmakla sınırlı değildir. Bu ilke daha geniş kapsamlı olup hiçbir devlet temsilcisinin kişinin suçluluğu bir mahkeme tarafından tespit edilmeden o kişinin suçlu olduğuna ilişkin bir ifadede bulunmamasını gerektirir. Masumiyet karinesi yalnızca ceza yargılamaları bağlamında değil ceza yargılamaları ile eş zamanlı olarak yürütülen diğer davalarda ya da disiplin incelemelerinde de İhlal edilebilecek niteliktedir. Bu bağlamda, masumiyet karinesinin korunmasına ilişkin ikinci boyut ceza yargılamaları mahkûmiyetten başka bir şekilde sonlandığı zaman devreye girer ve daha sonraki yargılamalarda suç ile ilgili olarak kişinin masumiyetine ilişkin şüphe duyulmamasını gerektirir (Kemal Coşkun/Türkiye, B. No: 45028/07, 28/3/2017, §§ 41,43; Seven/Türkiye, B. No: 60392/08,23/1/2018, § 43).

29. Seven/Türkiye kararına konu olayda polis memuru olan başvurucu kendisinden yardım isteyen sarhoş bir konsomatrisi evine bıraktıktan sonra ona tecavüz ettiği suçlamasıyla yargılanmıştır. Yargılama sonucunda ceza mahkemesi cinsel ilişkinin rıza dışı gerçekleştiğine ilişkin yeterli delil bulunmadığı kanaatine vararak başvurucunun beraatine karar vermiştir. Bu arada başvurucu hakkında paralel bir şekilde disiplin soruşturması da açılmıştır. Soruşturma sonucunda başvurucu tecavüz fiilini işlediği sabit görülerek meslekten ihraç edilmiştir. Başvurucunun idari yargıda açtığı iptal davasında idare mahkemesi davayı reddetmiştir. İdare mahkemesinin, gerekçesinde, başvurucunun rıza dışı cinsel ilişkiye girdiğinin sabit olduğu belirtilmiştir. Mahkeme kararı Danıştay tarafından onanmıştır. Yargılama süreci karar düzeltme aşamasında iken başvurucu, ceza mahkemesince beraat ettirildiğine ilişkin kararı Danıştaya ibraz ederek iki yargı kolu arasında çelişki oluştuğuna işaret etmiştir. Ancak Danıştay bu kararla ilgili olarak hiçbir değerlendirme yapmadan kararın düzeltilmesi istemini reddetmiştir (Seven/Türkiye, §§ 7-31). AİHM buna ilişkin başvuruda masumiyet karinesinin her İki boyutunu da incelemiştir. Soruşturmanın ceza kanununda suç olarak nitelenen tecavüz fiili nedeniyle başlatıldığını hatırlatan AİHM şunları ifade etmiştir:

– Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğü’nün (Tüzük) 8. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendinde yasaklanan ve disiplin suçu olarak düzenlenen fiiller aynı zamanda cezai manada da suç teşkil etmektedir. Fakat mevzuatta idari makamların bu fiiller sebebiyle bu maddeye dayanarak disiplin yaptırımı uygulayabilmesi için ceza mahkûmiyeti kararının bulunmasının gerekip gerekmediğine ilişkin bir belirleme mevcut değildir. Kanunda bir açıklığın bulunmaması sebebiyle disiplin ve ceza sorumlulukları arasındaki çizgi, soruşturmanın başından beri bulanık hale gelmiştir.

– Ayrıca disiplin makamlarının ihraç kararında başvurucuyu sanık olarak, fiilini de cinsel saldırı olarak nitelendirdikleri gözetildiğinde bu değerlendirmenin disiplin alanıyla sınırlı tutulmasına dair herhangi bir şartın aranmaması disiplin otoritelerinin başvurucunun derdest ceza yargılamasıyla ilgili olarak masumiyet karinesini ihlal ettiği sonucuna varılmasına yol açmıştır. Dahası Danıştay tarafından da onanan idare mahkemesi kararında başvurucunun fiili “rızası olmaksızın S,K, ile cinsel ilişkiye girme” şeklinde tanımlanmıştır. AİHM’e göre bu ifade başvurucunun tecavüz suçlusu olarak ilan edilmesi mahiyeti taşımaktadır. AİHM bu ifadenin başvurucuya suç atfedilmesi niteliğinde olmadığı hususunda Hükümetle hemfikir değildir. Söz konusu ifadeler her zaman kendi bağlamı içinde değerlendirilmelidir. Başvurucunun ihracının kanuni temelini oluşturan Tüzük’ün 8. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendindeki fiillerden birinin tecavüz ve cinsel saldırı olduğu ve idare mahkemesinin olayları özetleme şekli gözetildiğinde disipline ilişkin bu davada kullanılan başvurucunun S.K. ile rızası dışında cinsel ilişkiye girdiği ifadesinin kararı, okuyanda başvurucunun S.K.ya tecavüz suçunu işlediği izleniminin oluşmasına yol açmaktadır (Seven/Türkiye, § 54),

AİHM aynı olayda masumiyet karinesinin ikinci boyutunun da ihlal edildiğine hükmetmiştir. AİHM özetle şunları ifade etmiştir:

– Olay tarihinde Danıştayın görevinin hem temyiz incelemesi yaparken hem de kararın düzeltilmesi talebini incelerken idare mahkemesi kararının hukuka uygunluğunu denetlemeyi ve tarafların uyuşmazlığın esasıyla ilgili iddialarının yeterince karşılanıp karşılanmadığını İncelemeyi kapsadığı not edilmelidir. Başvurucu, ceza yargılamasında hakkındaki tüm suçlamalardan beraat ettiğini ve bu nedenle Tüzük’ün 8. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendine dayanılarak gerçekleştirilen ihraç işleminin artık hukuka uygun kabul edilemeyeceğini

Danıştayda (karar düzeltme aşamasında) açık bir biçimde ileri sürmüştür. Bu arka plan gözetildiğinde Danıştayın -başvurucu ceza davasında beraat ettiği halde- disiplin makamlarının ve idare mahkemesinin değinilen gerekçelerinin neden hukuka uygun olmayı sürdürdüğünü açıklama yükümlülüğü bulunmaktadır. Başvurucunun şikayet ettiği, iki çelişkili karar verildiği durumun ortaya çıkmasını önlemenin tek yolu budur. Danıştay sessiz kalmak suretiyle Sözleşme’nin 6. maddesinin (2) numaralı fıkrasında güvence altına alınan masumiyet karinesini zedelediği tespit edilen önceki gerekçeyi düzeltme fırsatını kaçırmış ve başvurucunun masumiyetine gölge düşürmüştür (Seven/Türkiye, § 56).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

3ü. Mahkemenin 2/7/2020 tarihînde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü;

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

31. Başvurucu, beraat kararı ile sonuçlanan ceza yargılamasına konu eylemi nedeniyle memuriyetten çıkarılmasının masumiyet karinesini; üzerine atılı eylemi işlediğini gösteren tek bir delil olmamasına rağmen memuriyetten çıkarılmasının adil yargılanma hakkı İle cezaların yasattığı ve hukuki güvenlik ilkelerini İhlal ettiğini ileri sürmüştür. Başvurucu ayrıca 2017 ve 2018 yılları içinde toplam dört ek beyan dilekçesi sunmuştur. Başvurucu bu dilekçelerde aynı olay nedeniyle mesai arkadaşı hakkında tesis edilen disiplin işleminin iptal edildiğini ancak kendisi hakkında tesis edilen işlemin hukuka uygun bulunduğunu, yargılama sürecinde görev alan yargıçların Fethullahçı Terör Örgütü ile irtibatlı oldukları iddiasıyla meslekten çıkarıldığını belirterek adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

32. Bakanlık, görüş yazısında öncelikle konuya ilişkin mevzuat hükümlerine yer vermiş ve Anayasa Mahkemesi ile AİHM’in masumiyet karinesine ilişkin kararlarına atıfta bulunmuştur. Görüş yazısında, ceza davasının sonucundan bağımsız olarak disiplin soruşturması sonucu elde edilen somut bulgular uyarınca, yürütülen görevin hassasiyetinin dikkate alınması suretiyle başvurucunun memuriyetten çıkarılmasına ilişkin işlemin tesis edildiğinin görüldüğü ve İdare Mahkemesinin gerekçesinde, ceza davasının neden beraatle sonuçlandığına ilişkin bir yorum yapılmadan sadece başvurucunun yargılanmasına neden olan fiilin vasıf ve mahiyeti ile icra edilen görevin niteliklerine atıf yapıldığının anlaşıldığı vurgulanmıştır. Görüş yazısında sonuç olarak başvurucunun gizliliğin ihlali suçundan yapılan yargılama neticesinde delil yetersizliğinden beraatine karar verilmiş ise de disiplin hukukunun farklı kural ve ilkelere tabî olduğu, başvurucu hakkında yürütülen disiplin soruşturmasında ulaşılan somut verilere dayanılarak devlet memurluğundan çıkarma disiplin cezası verildiği ve İdare Mahkemesi kararı gerekçesinde yapılan tespitlerin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

33. Başvurucu, Bakanlık görüşüm; karşı süresi içinde beyanda bulunmuştur. Başvurucunun beyanı, bireysel başvuru formunda ve ek beyan dilekçelerinde ifade ettiği hususların tekrarı niteliğindedir.

B. Değerlendirme

34. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. “

35. Anayasa’nın 38. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:

“Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.”

36. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucular tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki, tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, masumiyet karinesinin yanı sıra cezaların yasallığı ve hukuki güvenlik ilkelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüş ise de başvurucunun şikayetinin özü, kesinleşmiş beraat kararına karşın beraat kararına konu eylem esas alınarak memuriyetten çıkarılması nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkin bulunduğundan başvuru bu kapsamda değerlendirilmiştir.

37. Ayrıca başvurucunun ek beyan dilekçeleriyle yeni bir başvuru yapmadan ve harç ödemeden öne sürdüğü, bireysel başvuru formunda yer almayan yeni ihlal iddialarının değerlendirilmesi mümkün değildir. Aksinin kabulü halinde bir kez bireysel başvuru yapıldıktan sonra başvuru sonuçlandırılıncaya kadar başvuru dosyasına her türlü hak taleplerinin sunulması kaçınılamaz bir hal alır ve bireysel başvuru için öngörülen usul kuralları da anlamsız hale gelir (Ümüt Demir, B. No: 2012/1000, 18/9/2014, § 31). Başvurucunun koşulları bulunduğu takdirde yeni ihlal iddialarına ilişkin ayrı bir başvuru yapma imkanı her zaman mümkündür. Bu nedenle başvurucunun sonradan ileri sürdüğü bu şikayetler yönünden ayrıca bir değerlendirme yapılmayacaktır.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

38. Anayasalın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Sözleşme ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (Onurhan Solmaz,. B, No: 2012/1049,26/3/2013, § 18).

39. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. 3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanun’un Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasına adil yargılanma ibaresinin eklenmesine İlişkin 14. maddesinin gerekçesinde ‘değişiklikle Türkiye Cumhuriyetimin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınmış olan adil yargılama hakkı[nın metne dahil’” edildiği belirtilmiştir. Dolayısıyla Anayasanın 36. maddesine söz konusu ibarenin eklenmesinin amacının Sözleşmede düzenlenen adil yargılanma hakkını anayasal güvence altına almak olduğu anlaşılmaktadır (Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 54). Bu itibarla Anayasa’da güvence altına alınan adil yargılanma hakkının kapsam ve içeriği belirlenirken Sözleşmedin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin gözönünde bulundurulması gerekir (Onurhan Solmaz, § 22),

40. Sözleşme’nin 6, maddesinin (2) numaralı fıkrasında, bir suçla itham edilen herkesin suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılacağı düzenlenmiştir. Masumiyet karinesi, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının bir unsuru olmakla beraber suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı belirtilmek suretiyle Anayasa’nın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında ayrıca düzenlenmiştir (Adem Hüseyinoğlu, B. No: 2014/3954, 15/2/2017, § 33).

41. Adil yargılanma hakkının bir unsuru olan masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin iki boyutu bulunmaktadır. Güvencenin ilk boyutu kişi hakkındaki ceza yargılaması sonuçlanıncaya kadar geçen, bir başka ifadeyle kişinin ceza gerektiren bir suçla itham edildiği (suç isnadı altında olduğu) sürece ilişkin olup suçlu olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar kişinin suçluluğu ve eylemleri hakkında erken açıklamalarda bulunulmasını yasaklar. Güvencenin bu boyutunun kapsamı sadece ceza yargılamasını yürüten mahkemeyle sınırlı değildir. Güvence aynı zamanda diğer tüm İdari ve adli makamların da işlem ve kararlarında, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçlu olduğu yönünde ima ya da açıklamalarda bulunmamasını gerekli kılar. Dolayısıyla sadece suç isnadına konu ceza yargılaması kapsamında değil ceza yargılaması ile eş zamanlı olarak yürütülen diğer hukukî süreç ve yargılamalarda da (idari, hukuk, disiplin gibi) masumiyet karinesinin ihlali söz konusu olabilir (Galip Şahin, B. No: 2015/6075,11/6/2018, § 39). Güvencenin ikinci boyutu ise ceza yargılaması sonucunda mahkûmiyet dışında bir hüküm kurulduğunda devreye girer ve daha sonraki yargılamalarda ceza gerektiren suçla ilgili olarak kişinin masumiyetinden şüphe duyulmamasını, kamu makamlarının toplum nezdinde kişinin suçlu olduğu izlenimini uyandıracak işlem ve uygulamalardan kaçınmasını gerektirir (Galip Şahin, § 40).

42. Masumiyet karinesine ilişkin anayasal güvencelerin harekete geçirilebilmesi için kural olarak kişinin suç isnadı altında bulunması gerekmektedir. Bununla birlikte masumiyet karinesinin ikinci boyutuna ilişkin güvencelerin uygulanabilmesi, kişinin hâlihazırda suç isnadı altında bulunmasını zorunlu kılmamaktadır. Ancak ceza yargılamasının sonuçlanmasından sonra başlayan veya ceza yargılaması henüz sonuçlanmadan başlasa bile ceza yargılamasının kesinleşmesinden sonra da devam eden medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin yargılamalarda masumiyet karinesinin uygulanabilmesi için başvurucunun söz konusu medeni yargılama ile hakkında yürütülen ve sona eren ceza yargılaması arasında bağlantı bulunduğunu göstermesi gerekmektedir. Medeni hak yargılamasında, ceza yargılamasında verilen kararın sonucunun dikkate alındığı ve değerlendirildiği veya ceza dosyasında yer alan delillerin irdelendiği ya da başvurucunun hakkındaki suçlamayı doğuran olaylara dahil ile ilgili irdelemelerde bulunulduğu veyahut başvurucunun muhtemel suçluluğuyla ilgili yorum yapıldığı hallerde söz konusu bağlantının var olduğu kabul edilebilir. Bununla birlikte hukuk yargılaması ile ceza yargılaması arasındaki bağlantının varlığına işaret eden olguların tüketme yoluyla sayılmasının mümkün olmadığı, bunların kararların verildiği yargılamaların türüne ve içeriğine göre değişebileceği kabul edilmelidir. Ancak bağlantının varlığı değerlendirilirken kararda kullanılan dilin kritik öneme sahip olacağı vurgulanmalıdır (benzer değerlendirmeler için bkz. S. M. [GK], B. No: 2016/6038,20/6/2019, § 38).

43. Somut olayda başvurucunun ihlal iddiası, devlet memurluğundan çıkarma işleminin iptali istemiyle açtığı davada çıkarma işlemine konu eylem nedeniyle yapılan ceza yargılamasında beraat kararı verilmesine karşın İdare Mahkemesince eylemin sabit görülerek işlemin hukuka uygun bulunmasına ilişkindir. Gerek Mahkeme kararında gerekse disiplin makamlarının işlemlerinde beraat kararı İle sonuçlanan ceza yargılamasına konu eylemlerle ilgili olarak değerlendirme yapıldığı gözlemlenmektedir. Bu değerlendirmeler -herhangi bir ihlale yol açıp açmadıkları hususu aşağıda değerlendirilecek olmakla birlikte- disiplin işleminin denetlendiği yargı süreci ile ceza yargılaması arasında bağlantının bulunduğu sonucuna ulaşılması bakımından yeterli görülmüştür. Bu bağlamda masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin ikinci yönünün devreye girdiği somut başvuruda Anayasa’nın 36. ve 38. maddelerinin uygulanabileceği sonucuna varılmaktadır. Bu itibarla İhlal iddialarının Anayasa ve Sözleşmedin ortak koruma alanının kapsamında yer aldığı, bir başka ifadeyle başvurunun Anayasa ve Sözleşme hükümleriyle konu bakımından bağdaşmazlık göstermediği anlaşılmaktadır.

44. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan masumiyet karinesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Genel İlkeler

45. Masumiyet karinesi, hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin adil bir yargılama sonunda suçlu olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de bir gereğini oluşturmaktadır (AYM, E.20I3/133, K.2013/169, 26/12/2013), Anılan karine, kişinin suç işlediğine dair kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence altına almaktadır. Ayrıca hiç kimse, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz (Kürşat Eyol, B, No; 2012/665, 13/6/2013, § 26).

46. Bununla birlikte Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan masumiyet karinesi, ceza soruşturmasıyla hemzamanlı olarak kişi hakkında disiplin soruşturması yürütülmesine engel teşkil etmediği gibi hakkındaki ceza soruşturmasının kovuşturmaya yer olmadığı, beraat, düşme gibi mahkumiyet dışındaki bir hüküm ile sonuçlanması kişiye disiplin yaptırımı uygulanmasına veya bu kişinin başka türlü sorumluluğuna gidilmesine de manî oluşturmaz (benzer yöndeki değerlendirme için bkz. MET., B. No: 2014/11920, 3/7/2018, § 61).

47. Bu bağlamda beraat eden kişi aleyhine disiplin soruşturması başlatılması ve kişiye disiplin cezası uygulanması -disiplin cezası ne kadar ağır olursa olsun- kişinin suçlu ilan edildiği hükmüne varılabilmesi için yeterli değildir. Aynı şekilde ceza yargılamasındaki delillerin disiplin soruşturmasında kullanılması da kendi başına masumiyet karinesini ihlal etmez. Aksı takdirde beraat kararına, mağdurların haksız fiil ve benzeri hukuki sebeplere dayanarak zararlarını gidermek için tazminat davası açma hakkını, idarenin de idari düzeni sağlamak için disiplin cezası ve diğer idari tedbirleri uygulama yetkisini ortadan kaldıracak şekilde arzulanandan öte bir anlam yüklenmiş olur. Bu durura beraat eden kişi lehine amacından saptırılmış bir keyfîliğe yol açar. Aynı şekilde bu yaklaşım, beraat eden kişiye kendi fiilinin tazminat hukukuna ve idare hukukuna ilişkin sonuçlarından da kaçınma avantajı sağlar. Anayasa’nın 36. maddesi veya başka herhangi bir maddesi masumiyet karinesinin bu şekildeki bir yorumuna geçerlilik sağlamamaktadır (Barış Baş [GK], B. No: 2016/14253, 2/7/2020, § 55),

48. Ceza muhakemesi hukuku ve disiplin hukuku farklı kural ve ilkelere tabi disiplinlerdir. Disiplin hukuku kurumun iç düzenini korumayı amaçlayan ve bunun için kamu görevlilerinin mevzuata, çalışma düzenine, hizmetin gereklerine ay kın fiillerine yönelik olarak uygulanacak yaptırımları ve bu yaptırımların uygulanmasındaki usul ve esasları düzenleyen bir hukuk alanıdır. Bazı hallerde ise kamu görevlisinin fiili ceza hukuku kapsamında suç tanımına uymasının yanı sıra disiplin hukuku yönünden de sorumluluk gerektiren bir mahiyet taşıyabilir (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Özcan Pektaş, B. No: 2013/6879,2/12/2015, § 25; Kürşat Eyol, § 30).

49. Cezai sorumluluğunun bulunmadığı tespit edilmiş veya ceza sorumluluğu ortadan kalkmış olsa dahi aynı olaylar nedeniyle -daha hafif bir ispat külfeti temelinde- kişi hakkında başka tür bir sorumluluğun tesis edilmesinin önünde bir engel bulunmamaktadır. Bu bağlamda ceza yargılamasına konu maddi olay ve olguların disiplin hukuku esasları çerçevesinde diğer kamu makamlarınca (idari/adli) ayrıca değerlendirilmesi ve bu değerlendirme sonucunda ulaşılacak kanaate göre işlem/karar tesis edilmesi, mümkündür (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Özcan Pektaş, § 25; Kürşat Eyol, § 30, Galip Şahin, § 48).

50. Adli ve idari makamların kendi görev sınırlarını aşarak kişiyi suçlu ilan etmesi veya bu bağlamda birtakım çıkarımlarda bulunması masumiyet karinesinin ihlaline yol açabilir. Masumiyet karinesi kapsamındaki güvencelerin sağlanıp sağlanmadığının tespiti yapılırken ise kararın gerekçesinin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekir (Galip Şahin, § 48; M.J., B. No: 2012/1268, 30/12/2014, § 50). Bu kapsamda karar vericilerin kullandıkları dil kritik Önem taşır (Mustafa Kıvrak, B. No: 2013/3175, 20/2/2014, § 36). Kamu makamlarının işlem ya da kararlarında belirttikleri gerekçeler veya kullandıkları dil nedeniyle bireye cezai sorumluluk yüklememeleri, ceza mahkemeleri tarafından suçlu bulunmamış bireyin masumiyeti üzerine gölge düşürülmesine sebebiyet vermemeleri gerekmektedir (Galip Şahin, § 47),

51. İdari makamlarca veya mahkemelerce salt bir kimsenin suç isnadı altında olduğunun ifade edilmesi masumiyet karinesini zedelemez. Bu bakımdan kişinin suç isnadı altında olduğunun belirtilmesi ile hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmadığı halde onun mahkûm olduğunun kesin bir dille ifade edilmesi veya bu yönde kanaat oluşmasına yol açacak nitelikte açıklamalarda bulunulması arasındaki ayrıma özen gösterilmelidir. İkincisi masumiyet karinesinin ihlaline yol açarken ilki kural olarak masumiyet karinesi yönünden bir sakıncaya neden olmayabilir (Barış Baş, § 59).

b. İlkelerin Olaya Uygulanması

52. Başvurucu, hakkında gizlilik kararı alınmış dosyadan örnek almak suretiyle bir avukata verdiği iddiasıyla gizliliği ihlal suçundan Nizip 1. Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve 9/7/2008 tarihli kararla delil yetersizliği gerekçesiyle beraat etmiştir.

53. Aynı nedenle hakkında açılan disiplin soruşturması sonucunda ise başvurucunun memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunduğu sonucuna ulaşılarak 3/3/2010 tarihli işlemle devlet memurluğundan çıkarma disiplin cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Bu işlem mahkeme tarafından hukuka uygun bulunmuştur,

54. Başvurucu gizliliğin ihlali suçu isnadı ile yapılan yargılamada beraat ettiğinden başvurucunun üzerine atılı suç yönünden kendisi hakkında aynı olay örgüsü esas alınarak yürütülen diğer hukuki/idari/yargısal süreçlerde de masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin (ikinci yönünün) koruması altında bulunduğu açıktır.

55. Disiplin suçuna ve cem yargılamasına konu eylemlerin aynı olduğu hallerde disiplin soruşturmasıyla ilgili uyuşmazlıklara bakan idari mahkemelerin fiilin sübutuyla ilgili olarak ceza mahkemesinin ulaştığı kanaate saygı göstermesi ve bunu sorgulayacak ifadeler kullanmaması beklenir. Aksi takdirde kişinin ceza mahkemesinde beraat etmiş olmasının bir anlamı kalmaz. Bu bakımdan idari mahkemeler dahil devletin diğer otoritelerinin beraat kararından şüphe duyulmasına yol açacak biçimde hareket etmekten kaçınmaları gerekir (benzer yönde değerlendirmeler için bkz, Barış Baş, § 62).

56. Ceza yargılaması sonucunda delil yetersizliği gerekçesiyle beraat eden başvurucunun kendisine suçlu muamelesi yapılmadan, disiplin kurallarına aykırı eylemi usule uygun bir şekilde tespit edildiği takdirde idari yaptırıma tabi tutulması mümkündür. Bu bağlamda başvurucunun yukarıda aktarılan ilkeler çerçevesinde disiplin süreci nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edilip edilmediğinin değerlendirilebilmesi adına adli ve idari makamların kendi görev sınırlarını aşarak başvurucuyu suçlu ilan edip etmediği, disiplin hukuku ilke ve kuralları İçinde kalınarak değerlendirme yapılıp yapılmadığı ve kutlanılan dil itibarıyla başvurucunun masumiyeti üzerine gölge düşürülüp düşürülmediği açıklığa kavuşturulmalıdır,

57. Somut disiplin sürecine bakıldığında nihai işlem olan 3/3/2010 tarihli Yüksek Disiplin Kumlu kararında ayrıntılı bir değerlendirme bulunmaktadır. Bu değerlendirmede soruşturma sürecinde alınan ifadelere, ceza kovuşturması sürecinde yapılan bazı tespitlere ve başvurucunun savunması gibi delillere yer verilmiştir. Yargı sürecinde de işlemin hukuka uygun olduğu sonucuna ulaşılırken “,, dava dosyasına sunulan belgeler ile sabit olan bir tatil günü mesai saati sonrasında hakkında -gizlilik kararı alınmış bir soruşturma dosyasını hakimin odasından alarak adliyeye yakın bir kırtasiyede fotokopisini çektirmek suretiyle bir örneğini şüphelinin avukatına verme fiilinin 657 sayılı Kanunun 125, maddesinin E bendinin (g) alt bendimle belirtilen ‘Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak’ fiilî kapsamında olduğu açık olup… ” ifadeleri karar gerekçesinde yer almıştır,

58. Kullanılan ifadelere bakıldığında ceza mahkemesi kararında ulaşılan sonucun tartışmaya açılmasının yanında kararı okuyanlarda başvurucunun üzerine atılı suçu işlediği izleniminin oluşmasına sebebiyet verildiği görülmektedir. Bu durumda beraat kararı anlamsız hale gelmiş ve başvurucunun masumiyetine gölge düşürülmüş; öte yandan iki yargı kolu arasında başvurucunun gizliliğin ihlali suçunu işleyip işlemediğiyle ilgili olarak çelişkili kararların ortaya çıkmasına sebep olunmuştur. Dolayısıyla masumiyet karinesinin ikinci boyutu ihlal edilmiştir (benzer yönde değerlendirmeler için bkz. Barış Baş, § 65).

59. Ayrıca Ceza Mahkemesinin ulaştığı kanaatin isabetli olmadığının veya hatalı olduğunun, düşünülmesinin, İdare Mahkemesinin başvurucunun masumiyetine saygı gösterme yükümlülüğünü ortadan kaldırmadığı vurgulanmalıdır. Ceza Mahkemesi kararındaki isabetsizlik masumiyet karinesine istisna getirilmesini gerektiren bir durum değildir. Masumiyet karinesine saygı gösterilmesindeki kamusal yarar, bazı durumlarda haksızlık teşkil eden fiili işleyenin disiplin yönünden yaptırmışız kalmasını bile haklı taştıracak derecede önemlidir (benzer yönde değerlendirmeler için bkz. Barış Baş, § 66),

60.  Netice itibarıyla kullanılan ifadeler nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği kanaatine varılmıştır.

61. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. ve 38. maddelerinde güvence altına alınan masumiyet karinesinin ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Kadir ÖZKAYA, Muammer TOPAL ve Basri BAĞCI bu görüşe katılmamışlardır,

C. 6216 Sayılı Kanun’un 50, Maddesi Yönünden

62. 6216 sayılı Kanunun 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir;

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi halinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarım ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hallerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir. ”

63. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesi ve yargılamanın yenilenmesine hükmedilmesi talebinde bulunmuştur.

64. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan (|GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi İlgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506,7/11/2019).

65. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hale getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddî ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

66. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi 6216 sayılı Kanun’un 50, maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) tendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak, yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kuruntundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden İhlalin sonuçlarını gidermek Üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2) §§ 57-59,  66; 67).

67. İncelenen başvuruda masumiyet karinesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla Malîn mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

68. Bu durumda masumiyet karinesinin ihlalinin sonuçlarını n ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre Malin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Gaziantep 2. İdare Mahkemesine gönderilmesine kasar verilmesi gerekmektedir.

69. İşbu ihlal kararının başvurucu tarafından açılan davaların esasıyla ilgili herhangi bir değerlendirme içermediği vurgulanmalıdır. Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirttiği ihlal gerekçelerini de gözeterek söz konusu işlemle İlgili olarak yeniden bir değerlendirme yaparak gereken kararı vermek İdare Mahkemesinin takdirindedir.

70. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239.50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3,239.50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Masumiyet karinesinin ihlal edildiğine ilişkin İddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci ve 38. maddesinin dördüncü fıkralarında güvence altına alınan masumiyet karinesinin İHLAL EDİLDİĞİNE Kadir ÖZKAYA, Muammer TOPAL ve Basri BAĞCI’nın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

C. Kararın bir örneğinin masumiyet karinesinin ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması İçin yeniden yargılama yapılması amacıyla Gaziantep 2. İdare Mahkemesine (E.2013/859, K.2013/624) GÖNDERİLMESİNE,

D. 239.50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.239.50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takriben başvurucunun Hazine ve Malîye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması halinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihîne kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığı’na GÖNDERİLMESİNE,

2/7/2020 tarihinde Karar verildi.

KARŞI OY

Barış Baş başvurusuna ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nda verilen kararda (Barış Baş – GK, B. No: 2016/14253, 2/7/2020) kullandığımız karşı oyumuzda belirttiğimiz hukuki neden ve gerekçelerle, eldeki somut olaya ilişkin çoğunluk görüşüne dayalı karara katılmıyoruz.

www.legalbank.net

ANAYASA MAHKEMESİ

BİREYSEL BAŞVURU

Başvuru Numarası: 2016/14253

Karar Tarihi: 02.07.2020

Resmi Gazete Tarihi: 20.10.2020

Resmi Gazete Sayısı: 31280

DİSİPLİN CEZASINA VE NAKLEN ATANMA İŞLEMİNE KARŞI AÇILAN DAVALARDA VERİLEN KARARLARDA KULLANILAN İFADELER NEDENİYLE MASUMİYET KARİNESİ İHLAL EDİLMİŞTİR

BARIŞ BAŞ BAŞVURUSU

2709k/36, 38

657k/76, 125, 131, 135

5237k/86

AİHS/6

ÖZETİ: A. 1. Masumiyet karinesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞU,

2. Diğer ihlal iddialarının açıkça dayanakları yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞU,

B. Anayasamın 36. maddesinin birinci ve 38. maddesinin dördüncü fıkralarında güvence altına alınan masumiyet karinesinin İHLAL EDİLDİĞİ,

C. Kararın bir örneğinin masumiyet karinesinin, ihlalinin, sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılması amacıyla Edime Bölge İdare Mahkemesine gönderilmek üzere Tekirdağ 1. İdare Mahkemesine (E.2014/852, K,2014/1322; E.2014/1050, K.2014/1321) GÖNDERİLMESİ,

D. 239,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.239,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİ,

E. ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Malîye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılması, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihîne kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASI,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİ Hakkında.

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, disiplin cezasına ve naklen atanma işlemine karşı açılan davalarda verilen kararlarda kullanılan ifadeler nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 5/8/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir,

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir, Bakanlık başvuru ile ilgili olarak görüş bildirilmesine gerek görülmediğim belirtmiştir.

7. Birinci Bölüm tarafından 28/11/2019 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula şevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu 1980 doğumlu olup bireysel başvuru tarihinde Tekirdağ’da ikamet etmektedir. Başvurucu olayların geçtiği tarihte Tekirdağ’da beden eğitimi öğretmeni olarak görev yapmaktadır.

A. Olayın Arka Planı

10. Tekirdağ’ın Çorlu ilçesindeki Ticaret Borsası Anadolu Lisesinde öğretmen olarak görev yapmaktayken okul müdürü, müdür başyardımcısı ve rehber öğretmenin imzalarıyla başvurucunun 20/12/2013 tarihinde öğrenci M.İ.nin kravatından tuttuğunun ve ona bağırdığının, öğrencinin de ağladığının görüldüğü bilgisini İçeren bir tutanak tanzim edilmiştir. M.İ. okul yönetimi tarafından Çorlu Devlet Hastanesine (Hastane) götürülmüştür. Hastane tarafından düzenlenen raporda M.İ.nin yanağında kızarıklık ve hassasiyet olduğu, bu yaralamanın basit tıbbi müdahale İle giderilebilecek nitelikte bulunduğu bilgisi yer almıştır.

11. Olayla ilgili olarak başvurucu hakkında disiplin soruşturması başlatılmıştır. Bu fiilin yanında başvurucunun 4/12/2013 tarihinde derse 25 dakika geç geldiği ve öğrenci A.K.yı tehdit ettiği iddiaları da soruşturmanın konusunu oluşturmuştur.

12. Soruşturmayı yürüten maarif müfettişleri -tokat atma olayıyla ilgili olarak- öğrencinin, öğrenci velîsinin ve tutanakta imzası bulananların ifadelerine başvurmuştur. Okul müdürü olay günü okul binasının birinci katının merdiveninden sesler geldiğini, dönüp bakması üzerine başvurucunun M.İ.yi duvara sıkıştırdığını, öğrenciye bağırdığını ve tokat attığını gördüğünü beyan etmiştir. Rehber öğretmen birinci kat koridorundan ses gelmesi üzerine oraya gittiklerini, başvurucuyu M.İ.nin kravatını tutmuş ve ona bağırıyor vaziyette gördüklerini, M.İ nin başvurucunun kendisine tokat attığını söylediğini beyan etmiştir. Müdür başyardımcısı ifadesinde, rehber öğretmenin odasına gittiğinde odada bulunan M.İ.nin yüzünde kızarıklık olduğunu ve yüzüne buz tutulduğunu belirtmiştir. M.İ. başvurucunun kendisine tokat attığını söylemiştir. Başvurucu, müfettişlere verdiği ifadede öğrenciye bağırdığını ancak tokat atmadığını belirtmiştir.

13. Soruşturma sonucunda hazırlanan 25/4/2014 tarihli raporda, başvurucunun M.İ.ye bağırdığının ve yüzüne tokat atma fiilînin sabit olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Raporda ayrıca bireysel başvurunun konusunu oluşturmayan diğer iki fiilîn sübuta erdiği kanaati açıklanmıştır. Rapordaki öneri doğrultusunda, tokat atma fiilinin 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 125. maddesinin birinci fıkrasının (C) bendinin (ı) alt bendinde yer alan ‘”[h]izmet içinde Devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak” niteliğinde olduğu kabul edilerek başvurucuya 28/5/20î4 tarihli işlemle -diğer iki fiil de gözetilerek- tevhiden 1/30 oranında aylıktan kesme disiplin cezası uygulanmıştır. Başvurucunun yaptığı itiraz Tekirdağ il Disiplin Kurulu kararıyla kabul edilmiş ve disiplin amiri yeniden değerlendirme yaparak 30/6/2014 tarihli işlemle başvurucunun cezasını kınama cezasına dönüştürmüştür.

14. Soruşturma raporunda ayrıca başvurucunun il içinde durumuna uygun başka bir okula naklen atanması da önerilmiştir. Başvurucu bu öneri doğrultusunda 7/5/2014 tarihli işlemle Tekirdağ Çerkezköy ilçesindeki Halit Narin Teknik ve Endüstri Meslek Lisesine naklen atanmıştır.

B. Başvurucu Hakkındaki Ceza Soruşturması Süreci

15. Çorlu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından olayla ilgili olarak soruşturma başlatılmıştır. Bu kapsamda başvurucunun nitelikli yaralama fiilini işlediği iddia edilerek 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 86. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile (3) numaralı fıkrasının (d) bendi uyarınca cezalandırılması istemiyle 27/1/2014 tarihinde iddianame düzenlenmiştir. Yargılama, Çorlu 1. Sulh Ceza Mahkemesinde (Ceza Mahkemesi) yürütülmüştür.

16. Başvurucu, duruşmadaki savunmasında olay günü M.l.nin derste gürültü yapması üzerine onu arkadaşlarının içinde rencide etmemek için koridora çıkarıp yüksek sesle ona kızdığını ifade etmiştir. Öğrencinin başını öne eğmesi üzerine kravatından tutup onu kendisine çevirdiğini belirten başvurucu, onu uyardığını ancak kesinlikle ona vurmadığını beyan etmiştir. M.l. duruşmada, başvurucunun savunmasını doğrular nitelikte beyanda bulunmuştur.

17. Rehber öğretmen duruşmadaki beyanında; olay günü başvurucunun M.l.ye bağırdığını gördüğünü, M.İ.nin ağlaması nedeniyle onu kendi odasına götürdüğünü, M.l.nin burada da ağlamaya devam ettiğim ifade etmiştir. M.İ.nın yüzünde kızarıklık olduğunu ifade eden rehber öğretmen, okul müdürünün buz getirdiğini, buzu M.İ.nin yüzüne uyguladıklarını belirtmiştir. Rehber öğretmen, mağdur vekilinin bir sorusuna verdiği cevapta M.İ nin yüzünde herhangi bir parmak izi veya fiziki emare görmediğini beyan etmiştir.

18. Ceza Mahkemesi 25/11/2014 tarihli kararla başvurucunun beraatine hükmetmiştir. Kararın gerekçesinde mağdurun çelişkili beyanlarına dikkat çekilmiştir. Kararda, yanaktaki kızarıklığın buz konulmasıyla da oluşabileceği vurgulanmış ve buz konulması suretiyle mi yoksa tokat atılması suretiyle mi gerçekleştiği hususunda şüphe oluştuğuna işaret edilmiştir. Bu şüpheli durumun sanık aleyhine değerlendirilmemesi gerektiğini belirten Ceza Mahkemesi, sanığın üzerine atılı suçu işlediğine dair her türlü şüpheden uzak delil bulunmadığını ifade etmiştir.

C. Disiplin Cezasına Karşı Açılan iptal Davası Süreci

19. Başvurucu, aleyhine uygulanan disiplin cezasına karşı 28/8/2014 tarihinde Tekirdağ İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu; öğrenciye tokat atmadığını, ceza yargılamasında duruşmada dinlenen tanığın (rehber Öğretmen) öğrencinin yüzünde parmak izi görmediğine dair beyanının bulunduğunu belirtmiştir. Başvurucu, okul müdürünün öğrencileri ve velileri kendisi aleyhine ifade vermeye yönlendirdiğini ileri sürmüştür.

20. Mahkeme 19/12/2014 tarihli kararla disiplin cezasını iptal etmiştir. Mahkeme, başvurucunun M.İ.ye tokat atma fiilî nedeniyle yargılandığı ceza davasında delil yetersizliğinden beraat ettiğine dikkat çekmiştir. Mahkeme, başvurucunun M.İ.yi dövdüğü iddialarının somut olarak ortaya konulamadığı sonucuna ulaşmıştır.

21. Davalı Çorlu Kaymakamlığı bu karara karşı Edime Bölge idare Mahkemesine (Bölge idare Mahkemesi) itirazda bulunmuştur. Bölge İdare Mahkemesi 23/11/2015 tarihinde kararı bozmuş ve davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde; M.İ.nin yanağına buz konulmasının öğretmenin M İye tokat attığının bir göstergesi olduğu, ayrıca dosyadaki tanık anlatımlarından başvurucunun söz konusu fiilî işlediğinin anlaşıldığı belirtilmiştir. Kararda bu sebeple başvurucunun disiplin cezası ile tecziyesinde hukuka aykırılık bulunmadığı vurgulanmıştır.

22. Başvurucu, bu karara karşı kararın düzeltilmesi talebinde bulunmuştur. Karar düzeltme dilekçesinde, ceza mahkemesinin yanaktaki kızarıklığın oluş şekline ilişkin kabulünün idari yargı yönünden bağlayıcı olduğu belirtilmiştir. Dilekçede, maddi gerçeği araştırmakla yükümlü olan Ceza Mahkemesinin tüm tanıkları doğrudan dinleyerek hükme vardığı ancak Bölge idare Mahkemesinin bunu dikkate almadığı ifade edilmiştir. Başvurucu ayrıca naklen atama işlemine karşı açılan davada verilen yürütmenin durdurulmasına ilişkin karara yapılan itiraz aşamasında Bölge İdare Mahkemesince kullanılan “Baştan yakınıcı öğrencinin yüzüne buz uygulaması şuyuu, tokat atıldığının vukuunu göstermektedir” ifadesinin genel hukuk ilkelerine aykırı olduğunu savunmuştur.

23. Başvurucu, Bölge İdare Mahkemesine sunduğu ek beyan dilekçesinde Anayasa Mahkemesinin Ramazan Tosun (B. No: 2012/998, 7/11/2013) kararına yer vererek ve bu karara atıfta bulunarak. Bölge İdare Mahkemesi kararının masumiyet karinesini zedelediğinden yakınmışım Başvurucu, suçluluğu Ceza Mahkemesi kararıyla sabit olmamasına rağmen Bölge idare Mahkemesi kararının kendisinin suçlu olduğu inancının oluşmasına sebebiyet verdiğini ifade etmiştir.

24. Bölge idare Mahkemesi 31/5/2016 tarihli kararıyla kararın düzeltilmesi istemini reddetmiştir. Nihai karar 26/7/2016 tarihinde tebliğ edilmiştir.

25. Başvurucu 5/8/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

D. Naklen Atama İşlemine Karşı Açılan İptal Davası Süreci

26. Başvurucu, naklen atanmasına ilişkin işleme karşı da 3/7/2014 tarihinde iptal davası açmıştır. Dava dilekçesinde, disiplin cezasına karşı açılan davaya ait dilekçedekine benzer İddialar ileri sürmüştür. Başvurucu ek olarak hareketsiz kalması gerektiğini, yolculuk ve benzeri fiziksel faaliyetlerde bulunmasının tıbbî açıdan sakıncalı olduğunu belirten tıbbi rapordan da bahsetmiş ve bu raporu Mahkemeye sunmuştur. Ayrıca işlemin yürütmesinin durdurulmasını da talep etmiştir.

27. Mahkeme 29/8/2014 tarihînde işlemin yürütmesinin durdurulmasına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde her üç eylem de değerlendirilmiştir. Başvurucunun M. İye tokat attığı iddiasına ilişkin olarak müştekinin Ceza Mahkemesine verdiği beyanında başvurucunun kendisine tokatla vurmadığını söylediğine vurgu yapılmıştır. Mahkeme sonuç olarak başvurucunun M.İ..yi dövdüğü iddialarının somut bir biçimde ortaya konulamadığını belirtmiştir.

28. Davalı idare yürütmenin durdurulması kararına karşı itiraz yoluna başvurmuştur. İtirazı inceleyen Bölge İdare Mahkemesi 31/10/2014 tarihinde yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararı kaldırmış ve bu talebi reddetmiştir. Kararın gerekçesinde; M.İ. ceza yargılamasındaki duruşmada başvurucunun kendisine tokat atmadığını, o anki psikolojiyle başvurucunun kendisine tokat attığı yönünde beyanda bulunduğunu belirtmiş ise de başvurucunun yanağına buz uygulandığının tartışmasız olduğunun altı çizilmiştir. Mahkeme ayrıca gerekçesinde şunlara yer vermiştir:

“Bu durumda; baştan yakınıcı öğrencinin yüzüm buz uygulaması şuyuu, tokat atıldığının vukuunu göstermektedir. Bu müşterek hayat tecrübelerinin bir sonucudur,”

29. Mahkeme 19/12/2014 tarihinde verdiği nihai kararında naklen atama işlemini iptal etmiş, disiplin cezasına karşı açılan davada verdiği karar ile aynı gerekçeye dayanmıştır.

30. Davalı idare bu karara karşı Bölge İdare Mahkemesine itirazda bulunmuştur. Bölge İdare Mahkemesi 23/11/2015 tarihinde kararı bozmuş ve davayı reddetmiştir. Bölge İdare Mahkemesi disiplin cezasına karşı açılan davada verdiği karar ile aynı gerekçeye dayanmıştır.

31. Başvurucu bu karara karşı disiplin cezasına yönelik olarak açılan davada sunduğu karar düzeltme dilekçesindekilerle benzer iddiaları ileri sürerek kararın düzeltilmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucu disiplin cezasına ilişkin davada sunduğu ek beyan dilekçesinin benzerim bu davada da sunmuştur. Bölge İdare Mahkemesi 31/5/2016 tarihli kararıyla kararın düzeltilmesi istemini reddetmiştir. Nihai karar 26/7/2016 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

32. Başvurucu 5/8/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

33. 657 sayılı Kanun’un ”Memurların kurumlarca görevlerinin ve yerlerinin değiştirilmesi” kenar başlıklı 76. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Kurumlar, görev ve unvan eşitliği gözetmeden kazanılmış hak aylık dereceleriyle memurları bulundukları kadro derecelerine eşit veya 68. maddedeki esaslar çerçevesinde daha üst, kurum içinde aynı veya başka yerlerdeki diğer kadrolara naklen atayabilirler.”

34. 657 sayılı Karanfilli “Disiplin cezalarının çeşitleri ile ceza uygulanacak fiil ve haller” kenar başlıklı 125. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

“Devlet memurlarına verilecek disiplin cezaları ile her bir disiplin cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır:

C -Aylıktan kesme: Memurun, brüt aylığından 1/30-1/8 arasında kesinti yapılmasıdır. Aylıktan kesme cezasını gerektiren fiil ve haller şunlardır:

ı) Hizmet içinde Devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak,

Geçmiş hizmetleri sırasındaki çalışmaları olumludan ye ödül veya başarı belgesi alan memurlar için verilecek cezalarda bir derece hafif olanı uygulanabilir.”

35. 657 sayılı Kanun’un “Cezai kovuşturma ile disiplin kovuşturmasının bir arada yürütülmesi” kenar başlıklı 131. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları şöyledir.

“Aynı olaydan dolayı memur hakkında ceza mahkemesinde kovuşturmaya başlanmış olması, disiplin kovuşturmasını geciktiremez.

Memurun ceza kanununa göre mahkûm olması veya olmaması halleri, ayrıca disiplin cezasının uygulanmasına engel olamaz.”

36. 657 sayılı Kanun’un “İtiraz” kenar başlıklı 135. maddesinin birinci ve dördüncü fıkraları şöyledir:

“Disiplin amirleri tarafından verilen uyarma, kınıma ve aylıktan kesme cezalarına karşı disiplin kurulum, kademe ilerlemesinin durdurulması cezasına karşı yüksek disiplin kuruluna itiraz edilebilir.

İtirazın kabulü hâlinde, disiplin amirleri kararı gözden geçirerek verilen cezayı hafifletebilir veya tamamen kaldırabilirler.”

37. 5237 sayılı Kanun’un “Kasten yaralama” kenar başlıklı 86. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

“(1) Kasten başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmama neden olan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ite cezalandırılır.

(3) Kasten yaralama suçunun;

d) Kamu görevlisinin sahip bulunduğu nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle,

işlenmesi halinde, şikâyet aranmaksızın, verilecek ceza yarı oranında, (f) bendi bakımından ise bir kat artırılır.”

B. Uluslararası Hukuk

38. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (Sözleşme) 6. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir;

“Kendisine bir suç isnat edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz saydır.”

39. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre Sözleşme’nin 6. maddesinin (2) numaralı fıkrasında güvence altına alınan masumiyet karinesinin iki boyutu bulunmaktadır. Buna göre ilk boyut, bir suç isnadında bulunulmasından ceza yargılamasının sonuçlanmasına kadar geçen süreci güvence altına almaktadır. İkinci unsur ise mahkûmiyet hükmüyle sonuçlanmayan ceza yargılamalarıyla bağlantılı müteakip yargılamalar bağlamında kişinin masumiyetine saygı gösterilmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Ceza yargılamasının devam ettiği sürece ilişkin ilk unsurun kapsamı sadece ceza yargılamalarının adilliğini temin etmek adına usule ilişkin bir güvence olmakla sınırlı değildir. Bu ilke daha geniş kapsamlı olup hiçbir devlet temsilcisinin kişinin suçluluğu bir mahkeme tarafından tespit edilmeden o kişinin suçlu olduğuna ilişkin bir ifadede bulunmamasını gerektirir. Masumiyet karinesi yalnızca ceza yargılamaları bağlamında değil ceza yargılamaları ile eş zamanlı olarak yürütülen diğer davalarda ya da disiplin incelemelerinde de ihlal edilebilecek niteliktedir. Bu bağlamda, masumiyet karinesinin korunmasına ilişkin ikinci boyut ceza yargılamaları mahkûmiyetten başka bir şekilde sonlandığı zaman devreye girer ve daha sonraki yargılamalarda suç ile ilgili olarak kişinin masumiyetine ilişkin şüphe duyulmamasını gerektirir (Kemal Coşkun/Türkiye, B. No: 45028/07,28/3/2017, §§ 41,43; Seven/Türkiye, B. No: 60392/08,23/1/2018, § 43).

40. Seven/Türkiye kararına konu olayda polis memuru olan başvurucu kendisinden yardım isteyen sarhoş bir konsomatrisi evine bıraktıktan sonra ona tecavüz ettiği suçlamasıyla yargılanmıştır. Yargılama sonucunda ceza mahkemesi cinsel ilişkinin rıza dışı gerçekleştiğine ilişkin yeterli delil bulunmadığı kanaatine vararak başvurucunun beraatine karar vermiştir. Bu arada başvurucu hakkında paralel bir şekilde disiplin soruşturması da açılmıştır. Soruşturma sonucunda tecavüz fiilîni işlediği sabit görülerek başvurucu meslekten ihraç edilmiştir. Başvurucunun idari yargıda açtığı iptal davasında idare mahkemesi davayı reddetmiştir. İdare mahkemesi, gerekçesinde başvurucunun rıza dışı cinsel ilişkiye girdiğinin sabit olduğunu belirtmiştir. Mahkeme kararı Danıştay tarafından onanmıştır. Yargılama süreci karar düzeltme aşamasında iken başvurucu, ceza mahkemesince beraat ettirildiğine ilişkin kararı Danıştaya ibraz ederek iki yargı kolu arasında çelişki oluştuğuna işaret etmiştir. Ancak Danıştay bu kararla ilgili olarak hiçbir değerlendirme yapmadan kararın düzeltilmesi istemini reddetmiştir (Seven/Türkiye, §§ 7-31). AÎHM buna ilişkin başvuruda masumiyet karinesinin her iki boyutunu da incelemiştir. Soruşturmanın ceza kanununda suç olarak nitelenen tecavüz fiili nedeniyle başlatıldığını hatırlatan AİHM şunları ifade etmiştir:

– Emniyet Teşkilatı Disiplin Tüzüğünün (Tüzük) 8. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendinde yasaklanan ve disiplin suçu olarak düzenlenen fiiller aynı zamanda cezai manada da suç teşkil etmektedir. Fakat mevzuatta idari makamların bu fiiller sebebiyle bu maddeye dayanarak disiplin yaptırımı uygulayabilmesi için ceza mahkûmiyeti kararının bulunmasının gerekip gerekmediğine ilişkin bir belirleme bulunmamaktadır. Kanunda bir açıklığın bulunmaması sebebiyle disiplin ve ceza sorumlulukları arasındaki çizgi, soruşturmanın başından beri bulanık hâle gelmiştir.

– Ayrıca disiplin makamlarının ihraç kararında başvurucuyu sanık olarak, fiilini de cinsel saldın olarak nitelendirdikleri gözetildiğinde bu değerlendirmenin disiplin alanıyla sınırlı tutulmasına dair herhangi bir şartın aranmaması disiplin otoritelerinin başvurucunun derdest ceza yargılamasıyla ilgili olarak masumiyet karinesini ihlal ettiği sonucuna varılmasına yol açmıştır. Dahası Danıştay tarafından da onanan idare mahkemesi kararında başvurucunun fiili “rızası olmaksızın S.K ile cinsel ilişkiye girme” şeklinde tanımlanmıştır. AİHM’e göre bu ifade başvurucunun tecavüz suçlusu olarak ilan edilmesi mahiyeti taşımaktadır. AİHM bu İfadenin başvurucuya suç atfedilmesi niteliğinde olmadığı hususunda hükümetle hemfikir değildir. Söz konusu ifadeler her zaman kendi bağlamı içinde değerlendirilmelidir. Başvurucunun ihracının kanuni temelini oluşturan Tüzük’ün 8, maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendindeki fiillerden birinin tecavüz ve cinsel saldırı olduğu, idare mahkemesinin olayları özetleme şekli gözetildiğinde disipline ilişkin bu davada kullanılan başvurucunun S.K. ile rızası dışında cinsel ilişkiye girdiği ifadesi kararı okuyanda başvurucunun S.K.ya tecavüz suçunu işlediği izleniminin oluşmasına yol açmaktadır (Seven/Türkiye, § 54).

AİHM aynı olayda masumiyet karinesinin ikinci boyutunun da ihlal edildiğine hükmetmiştir. AİHM özetle şunları ifade etmiştir:

– Olay tarihinde Danıştayın görevinin hem temyiz incelemesi yaparken hem de kararın düzeltilmesi talebini incelerken idare mahkemesi kararının hukuka uygunluğunu denetlemeyi ve tarafların uyuşmazlığın esasıyla ilgili iddialarının yeterince karşılanıp karşılanmadığını incelemeyi kapsadığı not edilmelidir. Başvurucu, ceza yargılamasında hakkındaki tüm suçlamalardan beraat ettiğini ve bu nedenle Tüzük’ün 8. maddesinin birinci fıkrasının (6) numaralı bendine dayanılarak gerçekleştirilen ihraç işleminin artık hukuka uygun kabul edilemeyeceğini Danıştay’da (karar düzeltme aşamasında) açık bir biçimde ileri sürmüştür. Bu arka plan gözetildiğinde Danıştay’ın -başvurucu ceza davasında beraat ettiği hâlde- disiplin makamlarının ve idare mahkemesinin değinilen gerekçelerinin neden hukuka uygun olmayı sürdürdüğünü açıklama yükümlülüğü bulunmaktadır. Başvurucu tarafından dile getirilen, hakkında iki çelişkili karar verildiği yakınmasından kaçınmanın tek yolu budur. Danıştay sessiz kalmak suretiyle Sözleşme’nin 6. maddesinin (2) numaralı fıkrasında güvence altına, alınan masumiyet karinesini zedelediği tespit edilen önceki gerekçeyi düzeltme fırsatım kaçırmış ve başvurucunun masumiyetine gölge düşürmüştür (Seven/Türkiye, § 56).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

41. Mahkemenin 2/7/2020 tarihînde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Masumiyet Karinesinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddialara

42. Başvurucu, ceza yargılamasında beraat etmesine rağmen Bölge İdare Mahkemesi kararlarında yer alan İfadelerin kendisinin suçlu olduğu inancına yol açtığını ve bu nedenle masumiyet karinesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvurucu, Anayasa Mahkemesinin konuyla ilgili emsal kararını Bölge İdare Mahkemesine sunmasına rağmen Bölge İdare Mahkemesinin hiçbir gerekçe açıklamadan karar düzeltme istemini reddetmesi sebebiyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini belirtmiştir.

2. Değerlendirme

43, Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”

44. Anayasa’nın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” kenar başlıklı 38. maddesinin dördüncü fıkrası şöyledir:

“Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.”

45. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucular tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun adil yargılanma hakkıyla ilgili olarak ileri sürdüğü tüm iddiaların masumiyet karinesi kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünde»

46. Anayasanın 148. maddesinin üçüncü fıkrası İle 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen hakkın Anayasa’da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Sözleşme ve Türkiye’nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanı dışında katan bir hak ihlali iddiasını içeren başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (Onurhan Salmaz, B. No; 2012/1049, 26/3/2013, §18).

47. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. 3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanun’un Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasına adil yargılanma ibaresinin eklenmesine ilişkin 14. maddesinin gerekçesinde “değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güveme altına alınmış olan adil yargılama hakkı[nın] metne dahil” edildiği belirtilmiştir. Dolayısıyla Anayasa’nın 36. maddesine söz konusu ibarenin eklenmesinin amacının Sözleşme’de düzenlenen adil yargılanma hakkım anayasal güvence altına almak olduğu anlaşılmaktadır (Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 54). Bu itibarla Anayasa’da güvence altına alınan adil yargılanma hakkının kapsam ve içeriği belirlenirken Sözleşme’nin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin gözönünde bulundurulması gerekir (Onurhan Solmaz, § 22).

48. Sözleşme’nin 6. maddesinin (2) numaralı fıkrasında, bir suçla itham edilen herkesin suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılacağı düzenlenmiştir. Masumiyet karinesi, Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının bir unsuru olmakla beraber suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı belirtilmek suretiyle Anayasa’nın 38. maddesinin dördüncü fıkrasında ayrıca düzenlenmiştir (Adem Hüseyinoğlu, B. No: 2014/3954, 15/2/2017, § 33).

49. Adil yargılanma hakkının bir unsuru olan masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin iki boyutu bulunmaktadır. Güvencenin ilk boyutu kişi hakkındaki ceza yargılaması sonuçlanıncaya kadar geçen, bir başka ifadeyle kişinin ceza gerektiren bir suçla itham edildiği (suç isnadı altında olduğu) sürece ilişkin olup suçlu olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar kişinin suçluluğu ve eylemleri hakkında erken açıklamalarda bulunulmasını yasaklar. Güvencenin bu boyutunun kapsamı sadece ceza yargılamasını yürüten mahkemeyle sınırlı değildir. Güvence aynı zamanda diğer tüm idari ve adli makamların da işlem ve kararlarında, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçlu olduğu yönünde imaya da açıklamalarda bulunmamasını gerekli kılar. Dolayısıyla sadece suç isnadına konu ceza yargılaması kapsamında değil ceza yargılaması ile eş zamanlı olarak yürütülen diğer hukuki süreç ve yargılamalarda da (idari, hukuk, disiplin gibi) masumiyet karinesinin ihlali söz konusu olabilir (Galip Şahin, B. No: 2015/6075, 11/6/2018, § 39). Güvencenin ikinci boyutu ise ceza yargılaması sonucunda mahkûmiyet dışında bir hüküm kurulduğunda devreye girer ve daha sonraki yargılamalarda ceza gerektiren suçla ilgili olarak kişinin masumiyetinden şüphe duyulmamasını, kamu makamlarının toplum nezdinde kişinin suçlu olduğu izlenimini uyandıracak işlem ve uygulamalardan kaçınmasını gerektirir (Galip Şahin, § 40).

50. Masumiyet karinesine ilişkin anayasal güvencelerin harekete geçirilebilmesi için kural olarak kişinin suç isnadı altında bulunması gerekmektedir. Bununla birlikte masumiyet karinesinin ikinci boyutuna ilişkin güvencelerin uygulanabilmesi, kişinin hâlihazırda suç isnadı altında bulunmasını zorunlu kılmamaktadır. Ancak ceza yargılamasının sonuçlanmasından sonra başlayan veya ceza yargılaması henüz sonuçlanmadan başlasa bile ceza yargılamasının kesinleşmesinden sonra da devam eden medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin yargılamalarda masumiyet karinesinin uygulanabilmesi için başvurucunun söz konusu medeni yargılama ile hakkında yürütülen ve sona eren ceza yargılaması arasında bağlantı bulunduğunu göstermesi gerekmektedir. Medenî hak yargılamasında, ceza yargılamasında verilen kararın sonucunun dikkate alındığı ve değerlendirildiği veya ceza dosyasında yer alan delillerin irdelendiği ya da başvurucunun hakkındaki suçlamayı doğuran olaylara dahli ile ilgili irdelemelerde bulunulduğu veyahut başvurucunun muhtemel suçluluğuyla ilgili yorum yapıldığı hâllerde söz konusu bağlantının var olduğu kabul edilebilir. Bununla birlikte hukuk yargılaması ile ceza yargılaması arasındaki bağlantının varlığına işaret eden olguların tüketme yoluyla sayılmasının mümkün olmadığı, bunların kararların verildiği yargılamaların türüne ve içeriğine göre değişebileceği kabul edilmelidir. Ancak bağlantının varlığı değerlendirilirken kararda kullanılan dilin kritik öneme sahip olacağı vurgulanmalıdır (benzer değerlendirmeler için bkz. S.M. [GKJ, B, No: 2016/6038,20/6/2019, § 38).

51. Somut olayda başvurucu ceza yargılamasında beraat etmesine rağmen Bölge İdare Mahkemesi kararlarında yer alan ifadelerin kendisinin suçlu olduğu inancına yol açtığından yakılmıştır. Dolayısıyla başvurucunun şikâyetinin masumiyet karinesinin ikinci boyutuna ilişkin olduğu anlaşılmaktadır. Bölge İdare Mahkemesinin ilk derece mahkemesinin nihaî kararlarına itiraz üzerine verdiği 23/11/2015 tarihli kararlarında başvurucu hakkında yürütülen ceza soruşturması kapsamındaki suçlamayla ilgili olarak: değerlendirme yapıldığına işaret eden ibarelerin bulunduğu gözlemlenmektedir. Sözü edilen ibarelerin varlığı -herhangi bir ihlale yol açıp açmadıkları hususu aşağıda değerlendirilecek olmakla birlikte- idari yargılama ile ceza yargılaması arasında bağlantının bulunduğu sonucuna ulaşılması bakımından yeterli görülmüştür. Dolayısıyla masumiyet karinesinin ikinci boyutunun somut olayda uygulanabilir olduğu kanaatine varılmıştır,

52. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan masumiyet karinesinin ihlal edildiğine ilişkin başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Y önünden

i. Genel İlkeler

53. Masumiyet karinesi, hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin adil bir yargılama sonunda suçlu olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de bir gereğini oluşturmaktadır (AYM, E.2013/133, K.2013/169, 26/12/2013). Anılan karine, kişinin suç işlediğine dair kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence altına almaktadır, Ayrıca hiç kimse, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri tarafından suçlu olarak nitelendirilemez; suçlu muamelesine tabi tutulamaz (Kürşat Eyol, B. No: 2012/665, 13/6/2013, § 26).

54. Bununla birlikte Anayasalım 36. maddesinde güvence altına alınan masumiyet karinesi, ceza soruşturmasıyla eş zamanlı olarak kişi hakkında disiplin soruşturması yürütülmesine engel teşkil etmediği gibi hakkındaki ceza soruşturmasının kovuşturmaya yer olmadığı, beraat, düşme gibi mahkûmiyet dışındaki bir hüküm ile sonuçlanması kişiye disiplin yaptırımı uygulanmasına veya bu kişinin başka türlü sorumluluğuna gidilmesine de mâni oluşturmaz (benzer yöndeki değerlendirme için bkz. M.E.T, B. No: 2014/11920, 3/7/2018, § 61).

55. Bu bağlamda beraat eden kişi aleyhine disiplin soruşturması başlatılması ve kişiye disiplin cezası uygulanması -disiplin cezası ne kadar ağır olursa olsun- kişinin suçlu ilan edildiği hükmüne varılabilmesi için yeterli değildir. Aynı şekilde ceza yargılamasındaki delillerin disiplin soruşturmasında kullanılması da kendi başına masumiyet karinesini ihlal etmez. Aksi takdirde beraat kararına, mağdurların haksız fiil ve benzeri hukuki sebeplere dayanarak zararlarını gidermek için tazminat davası açma hakkım, idarenin de idari düzeni sağlamak için disiplin cezası ve diğer idari tedbirleri uygulama yetkisini ortadan kaldıracak şekilde arzulanandan öte bir anlam yüklenmiş olur. Bu durum beraat eden kişi lehine amacından saptırılmış bir keyfîliğe yol açar. Aynı şekilde bu yaklaşım, beraat eden kişiye kendi fiilinin tazminat hukuku ile idare hukukuna ilişkin sonuçlarından da kaçınma avantajı sağlar. Anayasa’nın 36. maddesi veya başka herhangi bir maddesi masumiyet karinesinin bu şekildeki bir yorumuna geçerlilik sağlamamaktadır.

56. Ceza muhakemesi hukuku ve disiplin hukuku farklı kural ve ilkelere tabi disiplinlerdir. Disiplin hukuku kurumun iç dizenini korumayı amaçlayan ve bunun için kamu görevlilerinin mevzuata, çalışma düzenine, hizmetin gereklerine aykırı fiillerine yönelik olarak uygulanacak yaptırımları ve bu yaptırımların uygulanmasındaki usul ve esasları düzenleyen bir hukuk alanıdır. Bazı hâllerde ise kamu görevlisinin fiilî ceza hukuku kapsamında suç tanımına uymasının yanı sıra disiplin hukuku yönünden de sorumluluk gerektiren bir mahiyet taşıyabilir (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Özcan Pektaş, B. No: 2013/6879,2/12/2015, § 25; Kürşat Eyol, § 30).

57. Cezai sorumluluğunun bulunmadığı tespit edilmiş veya ceza sorumluluğu ortadan kalkmış olsa dahi aynı olaylar nedeniyle -daha hafif bir ispat külfeti temelinde- kişi hakkında başka tür bir sorumluluğun tesis edilmesinin önünde bir engel bulunmamaktadır. Bu bağlamda ceza yargılamasına konu maddî olay ve olguların disiplin hukuku esasları çerçevesinde diğer kamu makamlarınca (idari/adli) ayrıca değerlendirilmesi ve bu değerlendirme sonucunda ulaşılacak kanaate göre işlem/karar tesis edilmesi mümkündür (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Özcan Pektaş, § 25; Kürşat Eyol, § 30. Galip Şahin, § 48).

58. Adli ve idari makamların kendi görev sınırlarını aşarak kişiyi suçlu ilan etmesi veya bu bağlamda birtakım çıkarımlarda bulunması masumiyet karinesinin ihlaline yol açabilir. Masumiyet karinesi kapsamındaki güvencelerin sağlanıp sağlanmadığının tespiti yapılırken ise kararın gerekçesinin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekir (Galip Şahin, § 48; M.I., B, No: 2012/1268, 30/12/2014, § 50). Bu kapsamda karar vericilerin kullandıkları dil kritik önem taşır (Mustafa Kıvrak, B. No: 2013/3175, 20/2/2014, § 36). Kamu makamlarının işlem ya da kararlarında belirttikleri gerekçeler veya kullandıkları dil nedeniyle bireye cezai sorumluluk yüklememeleri, ceza mahkemeleri tarafından suçlu bulunmamış bireyin masumiyeti üzerine gölge düşürülmesine sebebiyet vermemeleri gerekmektedir (Galip Şahin, § 47).

59. İdari makamlarca veya mahkemelerce salt bir kimsenin suç isnadı altında olduğunun ifade edilmesi masumiyet karinesini zedelemez. Bu bakımdan kişinin suç isnadı altında olduğunun belirtilmesi ile hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmadığı hâlde onun mahkûm olduğunun kesin bir dille ifade edilmesi veya bu yönde kanaat oluşmasına yol açacak nitelikte açıklamalarda bulunulması arasındaki ayrıma özen gösterilmelidir. İkincisi masumiyet karinesinin ihlaline yol açarken ilki kural olarak masumiyet karinesi yönünden bir sakıncaya neden olmayabilir.

ii. İlkelerin Olaya Uygulanması

60. Öğretmen olan başvurucunun somut olayda bir öğrencisine tokat attığı iddiasıyla ilgili olarak hakkında eş zamanlı bir şekilde hem ceza soruşturması hem de disiplin soruşturması başlatılmıştır. Ceza soruşturması kapsamında başvurucu 5237 sayılı Kanun’un 86. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen kamu görevlisinin sahip bulunduğu nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle kasten yaralama suçunu işlemekle İtham edilmiştir, Disiplin soruşturması ise 657 sayılı Kanun’un 125. maddesinin birinci fıkrasının (C) bendinin (ı) alt bendinde yer alan hizmet içinde devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunma fiilinin işlendiği temelinde gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla suç olarak nitelendirilen tipik fiil ile disiplin fiilinin aynı olmadığı görülmektedir. Disiplin fiilînin koruduğu hukuksal değerlerin daha çok memuriyet disipliniyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır,

61. Buna karşılık disiplin makamlarını başvurucunun 657 sayılı Kanun’un 125. maddesinin birinci fıkrasının (C) bendinin (ı) alt bendini ihlal ettiği sonucuna götüren olgu, M.İ.ye tokat attığı iddiasıdır. Diğer bir ifadeyle M.İ.ye tokat attığı iddiası, başvurucu ile ilgili disiplin sürecinin temelini (kurucu unsurunu) teşkil etmektedir. Söz konusu fiil, ceza yargılamasındaki suçlamanın da dayanağını oluşturmaktadır. Buna göre başvurucunun öğrencisi M.î.ye kasıtlı olarak tokat attığının kabul edilmesi hâlinde bu olgu nitelikli yaralama suçuna vücut verecek mahiyettedir.

62. Disiplin suçuna ve ceza yargılamasına konu eylemlerin aynı olduğu hâllerde disiplin soruşturmasıyla ilgili uyuşmazlıklara bakan idari mahkemelerin fiilin sübutuyla ilgili olarak ceza mahkemesinin ulaştığı kanaate saygı göstermesi, bunu sorgulayacak ifadeler kullanmaması beklenir. Aksi takdirde kişinin ceza mahkemesinde beraat etmiş olmasının bir anlamı kalmaz. Bu bakımdan idari mahkemeler dâhil devletin diğer otoritelerinin beraat kararından şüphe duyulmasına yol açacak biçimde hareket etmekten kaçınmaları gerekir,

63. Kuşkusuz soruşturma makamları başvurucunun M.İ.ye tokat atma olgusu dışındaki fiillerle ilgili olarak değerlendirme yapma serbestisine sahiptir. Çünkü ceza mahkemesinde yargılama konusu olan fiil tokat atmadan ibarettir. Masumiyet karinesi, aynı olay kapsamında bile olsa ceza soruşturmasına konu suçun kurucu unsurunu oluşturmayan fiillerle ilgili olarak idari makamların değerlendirme yapmasını engellememektedir. “Genel İlkeler” bölümünde belirtildiği üzere disiplin yaptırımına bağlanan haksızlıklar ceza hukukundakilere kıyasla daha hafif bir ispat külfeti gerektirebilmektedir. Dahası disiplin hukukundaki haksızlıkların ispatında karinelerden yararlanılması hususunda ceza hukukundaki kadar yasaklayıcı kurallar söz konusu değildir. Bu itibarla disiplin hukukundaki bir haksızlık ile ceza hukuku alanındaki haksızlığın kurucu unsurlarının aynı olduğu hâllerde idarenin kurucu unsurları ceza hukukununkiyle aynı olmayan başka bir haksızlık temelinde disiplin cezası uygulamasına herhangi bir mâni bulunmamaktadır,

64. Somut olayda disiplin makamları, incelemelerinin kapsamını başvurucunun M.İ.ye tokat atması fiilinin dışındaki eylemlerle (örneğin başvurucunun öğrenciye bağırması, onu kravatından sertçe tutarak başını çevirmesi fiilleri) sınırlı tutmamış; aksine tokat atma fiiline ilişkin olarak da değerlendirme yapmıştır. Tokat atma fiili Ceza Mahkemesinde yargılama konusu olmuş ve başvurucu bu suçlamadan beraat etmiştir. Ancak. Bölge İdare Mahkemesi kararlarında, başvurucunun Ceza Mahkemesindeki yargılamadan beraat etmesine rağmen beraate konu fiil tekrar tartışılmıştır, Bölge İdare Mahkemesi, gerekçesini özellikle Ceza Mahkemesinin beraat kararında dayanılan argümanlara cevap verecek şekilde oluşturmuştur. Bu bağlamda Ceza Mahkemesinin tokat atma fiilinin göstergesi olarak öne sürülen yüz kızarıklığının atılan tokattan mı yoksa yüze buz uygulanmasından mı kaynaklandığının net olmadığı yönündeki kanaatine karşılık Bölge İdare Mahkemesi, yanağa buz konulmasının tokat atılmanın göstergesi olduğu değerlendirmesinde bulunmuş ve tanık ifadelerini de gözeterek başvurucunun M.İ.ye tokat attığı fiilinin sabit olduğu sonucuna ulaşmıştır.

65. Bölge İdare Mahkemesi, ceza mahkemesi kararında ulaşılan sonucu tartışmaya açmanın yanında kararı okuyanlarda başvurucunun nitelikli yaralama suçunu işlediği izleniminin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu durumda beraat kararı anlamsız hâle gelmiş ve başvurucunun masumiyetine gölge düşürülmüş, öte yandan iki yargı kolu arasında başvurucunun nitelikli yaralama suçunu işleyip işlemediğiyle ilgili olarak çelişkili kararların ortaya çıkmasına sebep olunmuştur. Dolayısıyla masumiyet karinesinin ikinci boyutu ihlal edilmiştir.

66. Ayrıca ceza mahkemesinin ulaştığı kanaatin isabetli olmadığının veya hatalı olduğunun düşünülmesinin idari mahkemenin başvurucunun masumiyetine saygı gösterme yükümlülüğünü ortadan kaldırmadığı vurgulanmalıdır. Ceza Mahkemesi kararındaki isabetsizlik masumiyet karinesine istisna getirilmesini gerektiren bir durum değildir. Masumiyet karinesine saygı gösterilmesindeki kamusal yarar, bazı durumlarda haksızlık teşkil eden fiili işleyenin disiplin yönünden yaptırmışız kalmasını bile haklı taştıracak derecede önemlidir.

67. Netice itibarıyla Bölge İdare Mahkemesinin ilk derece mahkemesinin esas hakkındaki kararlarını kaldırırken kullandığı ifadeler nedeniyle de masumiyet karinesinin ikinci boyutunun ihlal edildiği kanaatine varılmıştır.

68. Açıklanan gerekçelerle Anayasalın 36, ve 38. maddelerinde güvence altına alınan masumiyet karinesinin ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Kadir ÖZKAYA, Muammer TOPAL ve Basri BAĞCI bu görüşe katılmamışlardır.

B. Diğer İhlal İddiaları

69. Başvurucu; hareketsiz kalması gerektiğini, yolculuk ve benzeri fiziksel faaliyetlerde bulunmasının tıbbi açıdan sakıncalı olduğunu belirten tıbbı rapora rağmen başka bir ilçeye naklen atandığından şikâyet etmiştir. Başvurucu ayrıca kişi dokunulmazlığının ve maddi ve manevi varlığın korunması hakkının da ihlal edildiğini ifade etmiştir.

70. Başvuru konusu olaylarla ilgili delillerini ibraz etmek ve hangi anayasal hakkın neden ihlal edildiğini açıklamak başvurucunun yükümlülüğündedir (Veli Özdemir, B. No: 2013/276, 9/1/2014, §§ 19, 20; Ünal Yiğit, B. No: 2013/1075, 30/6/2014, §§ 18, 19). Buna göre başvurucu, şikâyet ettiği anayasal meseleleri açık ve net bir biçimde ifade etme hususunda gerekli ciddiyet ve özeni göstermekle yükümlüdür. Anayasa Mahkemesi, başvuru dilekçesinde kullanılan ifadelerin görünürdeki anlamlarına bakarak şikâyet edilen hususları tespit eder. Anayasa Mahkemesinin yorum yoluyla dilekçede kullanılan İfadelere görünürdeki anlamlarından öte bir mana yükleyerek başvurucuların yakınmalarını saptamak gibi bir görevi bulunmamaktadır.

71. Başvurucu, seyahat etmesinin tıbbi açıdan sakıncalı olduğuna dair rapora rağmen naklen atamasının yapıldığından şikâyet etmiş ise de bu şikâyetini herhangi bir anayasal hakla bağlantı kurarak ortaya koymamıştır, Dahası bunun bir anayasal şikâyetten ziyade atama işleminin hukuka aykırılık sebebi olarak ileri sürüldüğü izlenimi edinilmektedir. Bununla birlikte başvurucu, bu raporun atama işlemini neden sakatladığına dair herhangi bir açıklama yapmamış; hukuka aykırılık görüşünü detaylandırmamıştır. Öte yandan başvurucunun maddî ve manevi varlığın korunması hakkının İhlal edildiğine İlişkin şikâyetinin ise oldukça soyut nitelikte olduğu görülmüştür.

72. Başvurucu, bu şikâyetler bakımından bireysel başvuru kapsamındaki haklardan hangisinin hangi nedenle ihlal edildiğine ilişkin açıklamalarda bulunma yönündeki özen yükümlülüğünü yerine getirmemiş; dolayısıyla ileri sürdüğü iddiaları temellendirememiştir,

73. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun’un 50. Maddesi Yönünden

74. 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak -üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yemden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden kırar verir.”

75. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesi ve yargılamanın yenilenmesine hükmedilmedi talebinde bulunmuştur.

76. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın İkinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506,7/11/2019).

77. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

78. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kumrulardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya, özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kuruntundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebim beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59,66,67).

79. İncelenen başvuruda, Bölge İdare Mahkemesinin kararlarında kullandığı dile özen göstermemesi nedeniyle masumiyet karinesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin Bölge İdare Mahkemesi kararlarından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

80. Bu durumda masumiyet karinesinin ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanunun 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak, üzere Edirne Bölge İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

81. İşbu ihlal kararının başvurucu tarafından açılan davaların esasıyla ilgili herhangi bir değerlendirme içermediği vurgulanmalıdır. Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirttiği ihlal gerekçelerini de gözeterek ve söz konusu işlemlerle ilgili olarak yeniden bir değerlendirme yaparak gereken kararı vermek Bölge İdare Mahkemesinin takdirindedir.

82. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan, toplam 3.239,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM.

Açıklanan, gerekçelerle;

A. 1. Masumiyet karinesinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

2. Diğer ihlal iddialarının açıkça dayanakları yoksun olması nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasamın 36. maddesinin birinci ve 38. maddesinin dördüncü fıkralarında güvence altına alınan masumiyet karinesinin İHLAL EDİLDİĞİNE Kadir ÖZKAYA, Muammer TOPAL ve Basri BAĞCl’nın karşıoyları ve OYÇOKLUGUYLA,

C. Kararın bir örneğinin masumiyet karinesinin, ihlalinin, sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılması amacıyla Edime Bölge İdare Mahkemesine gönderilmek üzere Tekirdağ 1. İdare Mahkemesine (E.2014/852, K.2014/1322; E.2014/1050, K.2014/1321) GÖNDERİLMESİNE,

D. 239,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.239,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Malîye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihîne kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE,

2/7/2020 tarihinde karar verildi.

KARŞI OY

Mahkememiz çoğunluğunca, bir öğrencisine tokat attığı iddiasıyla ilgili olarak hakkında eş zamanlı bir şekilde hem ceza hem de disiplin soruşturması başlatılan başvurucunun, tokat atma fiilinin göstergesi olarak öne sürülen yüz kızarıklığının, atılan tokattan mı yoksa yüze buz uygulanmış olmasından mı kaynaklandığının net olarak anlaşılamadığı yönündeki kanaate dayalı olarak ceza yargılamasında beraat etmiş olmasına rağmen, tokat atma fiilinin sübutu konusunu ceza mahkemesinin beraat kararında dayandığı argümanlara cevap verecek şekilde değerlendirmelerde bulunmak suretiyle fiilin sübuta erdiği sonucuna varılarak hakkında tesis edilen disiplin cezasının iptali istemiyle açılan idari davanın reddedilmiş olması nedeniyle başvurucu bakımından Anayasa’nın 36. maddesinin birinci ve 38. maddesinin dördüncü fıkralarında güvence altına alınan masumiyet karinesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır.

Bu sonuca ulaşılırken de Bölge İdare Mahkemesi kararında, beraat hükmünden şüphe duyulmasına yol açacak biçimde hareket edilmek suretiyle hem ceza mahkemesi kararında ulaşılan sonucun tartışmaya açıldığı, hem de karan okuyanlarda başvurucunun nitelikli yaralama suçunu işlediği izleniminin oluşmasına sebebiyet verildiği; böyle olunca da beraat kararının anlamsız hâle getirilip, başvurucunun masumiyetine gölge düşürüldüğü; ayrıca iki yargı kolu arasında başvurucunun nitelikli yaralama suçunu işleyip işlemediğiyle ilgili olarak çelişkili kararların ortaya çıkmasına sebep olunduğu belirtilmiştir.

Mahkememiz çoğunluğunca ulaşılan sonuca aşağıda açıklanan nedenlerle tarafımızca iştirak edilememiştir.

Konunun özünü, ceza yargılaması neticesinde hakkında beraat kararı verilen başvurucu ile ilgili olarak yürütülen disiplin süreci sonunda, aynı olgulara dayanılarak disiplin cezası verilmesinin ve bu işlemin iptali istemiyle açılan davada verilen kararda kullanılan ifadelerin masumiyet karinesini ihlal edip etmediği sorusu oluşturmaktadır.

Genel olarak ceza mahkemeleri tarafından verilen kararların diğer yargılama makamlarını ne ölçüde bağlayacağı kadim bir tartışma konusudur. İncelemeye esas dosya özelinde ise beraat kararının idare ve diğer yargılama mercileri nezdinde ifa edeceği bağlayıcılık fonksiyonunun ne olacağı ehemmiyet taşımaktadır. Beraat kararlarının dayandığı gerekçe ve niteliğinin tartışılması da bu noktada önem arz etmektedir.

Bu bağlamda anayasal bir kurum olarak “Masumiyet Karinesinin” niteliği ve beraat kararları üzerinden nasıl bir fonksiyon icra etmesi gerekeceği hususu sorunun bir diğer boyutunu oluşturmaktadır.

Masumiyet karinesinin uygulanma alanı saplanırken, kendisine yüklenen anlam ile bunun uygulamaya nasıl aktarılması gerekeceği konusu üzerinde de özellikle durulması gerekmektedir.

Ceza yargılamasında verilen kararların bağlayıcılığı konusunda genel kabul, ceza mahkemelerince verilen ve maddi vakıaları kesin olarak sübuta erdiren kararların diğer yargılama makamlarını da bağlayacağı yönündedir.

Bu kapsamda mahkûmiyet kararları, maddi olguların kesin kabulleri üzerine tesis edildikleri için diğer yargılama mercilerini bağlayıcı hüküm icra ederler. Zira ceza yargılamasının mantığında suçun sübutuna ilişkin kabulün her türlü şüpheden uzak kesin bir kanaate dayanması İlkesi egemendir.

Ayrıca ceza muhakemesince maddi gerçeğin araştırılması noktasında genel hatlarıyla delil serbestîsi prensibine dayanılmasının, ceza mahkemesi kararlarının bağlayıcı etki oluşturması noktasında bariz bir katkı sağladığı da yadsınamaz.

Bununla birlikte ceza mahkemelerince verilen mahkûmiyet kararlarının diğer yargılama mercilerini etkileme noktasındaki kabul mutlak bir nitelik arz etmemektedir. Örneğin Türk Borçlar Kanunun 74. maddesi hükmü gereğince; hukuk hâkiminin, ceza hâkiminin kusur ve zarar durumuyla ilgili değerlendirmeleriyle bağlı olmadığı açıkça hüküm altına alınmıştır.

Dahası 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 214. maddesinde yer alan düzenlemede; bir belgenin sahteliği noktasında hukuk mahkemesinin yaptığı incelemenin ceza mahkemelerini bağlayacağı açıkça düzenlenmiştir.

İstisnai durumlar bir kenara bırakıldığında genel kural, ceza yargılamasının maddi vakıalar noktasında ulaştığı kanaatin bağlayıcı etki oluşturmada ön plana çıkmasıdır. Mahkûmiyet kararları işin doğası gereği maddi vakıaların kesin olarak sübuta erdirilmeleri üzerine inşa edildikleri için bağlayıcılık nitelikleri daha belirgin hale gelmektedir. Bu durum mahkûmiyet kararlarının bizatihi kendi özelliği olmayıp ceza mahkemesinin maddi vakıalar konusundaki kesin kabulleridir. Maddî vakıaların kesin olarak sübuta erdirilmeleri her zaman mahkûmiyet yönünde olmayabilir,

Bu bağlamda beraat kararları da maddi olaylara ilişkin kesin bir kabul içerebilirler,

Ceza Muhakemesi Kanununun 223/2. maddesinde yer alan düzenlemeye göre beraat kararları farklı gerekçelere dayanılarak verilebilmektedir.

Söz konusu maddede bu haller:

a) Yüklenen fiilin kanunda suç olarak tanımlanmamış olması,

b) Yüklenen suçun sanık tarafından işlenmediğinin sabit olması,

c) Yüklenen suç açısından failin kast veya taksirinin bulunmaması,

d) Yüklenen suçun sanık tarafından işlenmesine rağmen, olayda bir hukuka uygunluk nedeninin bulunması,

e) Yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması,

şeklinde ifade edilmektedir.

Bu seçenekler arasında konumuzla ilgili olan iki unsur ön plana çıkmaktadır. Birincisi: (b) bendindeki “Yüklenen suçun sanık tarafından işlenmediğinin sabit olması”, diğeri (e) bendindeki “Yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması”,

Bentlerin muhtevaları itibariyle; (b) bendinde yer alan seçeneğin sübuta ilişkin kesin bir kabul ihtiva etme durumu (e) bendinde bulunmamaktadır. Buna bağlı olarak (b) bendinden verilen beraat kararlarının diğer yargılama mercilerini etkileme durumunun (e) bendinden daha yüksek olacağında bir tereddüt bulunmamaktadır. Zira ilk durumda kesin maddi bir kabul varken İkincisinde ortadan kaldırılamamış bir şüphe durumu söz konusudur.

Buna göre delil yetersizliğine bağlı olarak verilen beraat kararlarının hukuk ve idare mahkemelerine tesir etme konusunda daha zayıf bir etki doğuracağı izahtan vareste bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.

Somut olayımızla bağlantılı olarak, ceza yargılamasına konu eylemi disiplin hukuku açısından İrdeleyen idari makamların ve disiplin mercilerinin, sübut noktasında kesinlik içermeyen beraat kararlarına mutlak surette uymalarını beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Zira farklı yargı yolları içerisinde yer alan, usul, ispat, kapsam, amaç ve İşlev noktasında birbiriyle tam örtüşmeyen iki ayrı bağımsız mahkemeden birinin vereceği beraat kararının niteliğine bakılmadan diğerini bağlayacağını peşinen kabul etmek bir yargı yolunu tamamen etkisizleştirebileceği gibi, mahkemelerin bağımsızlığı açısından da bir sakınca oluşturacaktır.

Diğer taraftan beraat kararlarının kişinin masumiyeti noktasında özel bir ehemmiyet taşıdığı ve konunun temel haklar noktasındaki özelliği de hesaba katılmalıdır. Bu noktada en güvenceli yaklaşım, beraat kararlarının uygulayıcıların inisiyatifi İle göz ardı edilmesinin önüne geçilmesidir. Bu da ancak beraat kararlarının göz ardı edilebilmesinin ancak buna imkân tanıyan kanuni bir düzenlemenin varlığı ile mümkün olabileceğinin kabulü olacaktır.

Bir fiilin sübutu noktasında ceza mahkemesi ile hukuk mahkemesi veya idare mahkemesi farklı kanaatlere sahip olabilir. Somut olayımızda olduğu gibi ceza mahkemesinin sübut noktasında tam kanaate ulaşamadığı bir noktada, İdari makam ve mahkemeler kendilerince tam bir kanaate ulaşabilirler. Bu her iki hukuk alanının kendi sübut eşiklerinin farklı olmasının yanı sıra düzenledikleri alan ve korudukları menfaatin ayrı olmasının da doğal bir sonucudur.

Kritik olan husus masumiyet karinesini anlamsız kılmadan disiplin, iş, vergi veya tazminat gibi hukuk kollarının kendi işlevlerini yerine getirecek makul bir mekanizmanın kurulmasıdır,

Bu bağlamda kanun koyucu bazı durumlarda verilen beraat kararlarının diğer yargılama mercilerini bağlayıcı etki oluşturmayacağına dair açık düzenlemelere de yer vermektedir, Türk Borçlar Kanununun 74. Maddesi, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 214. maddesi ve 657 sayılı Kanunun 131/2. maddesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir, Beraat kararlarına mutlak bir etki izafe edilmesi durumunda bu düzenlemelerin zahiren olmasa bile pratikte iptali gibi bir durum da ortaya çıkabilecektir.

Bu bağlamda somut olayımızda ceza mahkemesinin delil yetersizliğinden beraat ettirdiği sanık hakkında idari yargılama mercilerinin aynı olay bağlamında disiplin eczasının hukuka uygun olduğuna karar vermiş olmalarıma masumiyet karinesinin ihlaline yol açıp açmadığı sorusunun cevabını aramak gerekmektedir.

Bu soruya yanıt vermeden önce Anayasanın masumiyet karinesini nasıl düzenlediğine bakılmasında fayda bulunmaktadır.

Anayasanın 38. maddesinin başlığı “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” olup, muhtevasında yer alan hükümlerin birincil uygulama alanı ceza hukuku olmakla birlikte şartların elverdiği ölçüde ceza hükmü ihtiva eden diğer sahalarda da uygulanabileceğinde bir tereddüt yoktur.

Anayasanın 138. maddesinin 4. fıkrasında yer alan masumiyet karinesine ilişkin düzenleme “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar» kimse suçlu sayılamaz” şeklindedir ve anayasa koyucunun özellikle masumiyet kelimesini kullanmamasının özel bir anlamı bulunmaktadır.

Öncelikli olarak anayasa koyucunun kelime bazındaki bu tercihi söz konusu hükmü masumiyet karinesini düzenliyor olmaktan alıkoymamaktadır.

Masumiyet bir kişinin suçtan tamamen ari olduğunun kabulüdür. Bu kadar kesin bir kabul lafzı olarak metinde yer aldığında, yargılama süreçlerinde suçluluğu kesinleşmemiş kişiler açısından uygulanacak tutuklama, elkoyma gibi ağır tedbirlerin tatbiki tartışılır hale gelebilecektir. Bu varsayımın doğruluğu tartışılır olmakla birlikte, hali hazırdaki durum, kural koyucunun normu kaleme alırken masumiyet kelimesine yer vermeden düzenlemeyi tercih etmiş olmasıdır.

Masumiyet karinesi pozitif hukukumuzda adil yargılanma üst hakkı başlığı altında yer alan ve Anayasaya göre suç ve eczalara ilişkin esaslar arasında sayılan bir ilkedir. Anayasanın 15. maddesi kapsamında olağanüstü dönemlerde bile kendisine dokunulamayacağı ifade edilmiş olması karşısında bir temel hak türü olarak mutlaklığı iddia edilebilir ise de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde bu yönüyle özel statü kapsamında değerlendirilmiş değildir (AÎHS Madde 15).

Teorik olarak muhtevasında masumiyet karinesini de barındıran Adil Yargılanma Hakkı mutlak bir hak niteliğinde değildir. Olağanüstü dönemlerde bu hak ve genel olarak muhtevasında bulunan haklarda kısıtlamaya gidilmesi mümkündür.

Kanaatimizce adil yargılanmanın bir bileşeni hüviyetinde olan masumiyet karinesinin Anayasanın 15. maddesinde zikredilmesinin uygulamada bir karşılığının olması kaçınılmazdır.

Anayasanın lafzından hareketle bunun suçluluğun mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kişinin suçlu sayılmaması şeklînde kabul edilmesi gerekmektedir.

Suçlu sayılmanın ölçütünün ne olduğu sorusu bu noktada önem kazanmaktadır. Kanaatimizce ‘kişi ne zaman suçlu sayılmış olur?” sorusu, suçluluk kavramının sonuçlarına bakılarak cevaplanabilir. Suçluluğun sonuçlarını genel olarak; doğrudan ve dolaylı olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.

Suçluluğun doğrudan sonuçlarını; kişinin hapis ve(ya) para cezasına çarptırılması, muhakeme giderlerinden sorumlu tutulması, suç eşyasının müsadere edilmesi ve suçluluk durumunun mahsus sicillerine işlenmesi şeklinde saymak mümkündür. Mahkeme kararı olmadan kişiye hürriyeti bağlayıcı ve(ya) para cezası verilmesi, muhakeme gideri yüklenmesi, mal varlığına ilişkin bir değerin müsadere edilmesi ya da suçluluğa ilişkin bir kaydın ilgili sicile işlenmesi masumiyet karinesinin ihlal edilmesi sonucunu doğuracaktır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Minelli – İsviçre kararında (prg 38), ilgilinin, kesinleşmiş bir mahkeme kararı olmadan kendisine suçlu muamelesi yapılarak yargılama giderine mahkûm edilmesini masumiyet karinesinin ihlali olarak değerlendirmiştir. Ayrıca G.l.E.M. S.R.L. ve Diğerleri -İtalya kararında idari bir tasarrufla mahkûmiyet kararı olmaksızın başvurucunun taşınmazının müsadere edilmesini masumiyet karinesinin ihlali olarak nitelendirmiştir. Bu kararında müsadere işleminin bir ceza yaptırımı olma niteliğini gözetmiştir.

Suçlu bulunmanın dolaylı sonuçlan ise; suçtan kaynaklanan zararın giderilmesi, kamu görevlileri açısından disiplin sorumluluğunun doğması, vergi hukuku açısından vergi cezalarına hükmedilmesi, iş hukukunda iş akdinin sona erdirilmesi gibi neticelerin ortaya çıkmasıdır. Suçluluğun dolaylı sonuçları söz konusu olduğunda başka hukuk dallarının devreye girmesi gibi bir durum da ortaya çıkmaktadır. Suç nedeniyle ortaya çıkan zararın giderilmesinde tazminat hukuku, failin kamu görevlisi olması halinde disiplin hukuku, işçi olması halinde iş hukuku devreye girebilmektedir. Suçluluğun dolaylı sonuçlarının diğer bir özelliği ise ceza yargılamasından bağımsız olarak ilgili hukuk disiplininin kendi işleyişi çerçevesinde sonuçlarını bağımsız olarak ortaya çıkarabilmesidir. Ortada bir ceza soruşturması veya kovuşturması bulunmasa bile kişi aleyhine tazminata hükmedilebilmekte, disiplin cezası verilebilmekte veya bir iş akdi fesh edilebilmektedir.

Kanaatimizce, farklı hukuk bölümlerinin kendi iç dinamikleri çerçevesinde suçlu bulunmanın dolaylı sonuçlarına ulaşmaları, ceza yargılaması sonucunda varsa sabit kabul edilen maddi vakıalarla çelişmediği sürece mümkün, hatta gereklidir.

Burada dikkat edilmesi gereken kritik nokta, kişi hakkında mahkûmiyet kararı olmadığı halde suçlu addedilmesi ve buna bağlı olarak suçluluğun doğrudan sonuçlarına hayatiyet kazandırılmamasıdır.

Masumiyet karinesine, özellikle iç hukukumuz açısından, teorik olarak bir mutlaklık izafe etmek mümkün ise de, uygulamada bir mutlaklıktan bahsetmek mümkün değildir. Suçluluğu kesinleşmiş bir mahkeme kararıyla sabit olana kadar masum sayılması durumu pratikte de mutlak olarak uygulanacak olursa hiçbir tutuklama işlemi, buna paralel olarak hiç bir el koyma faaliyeti meşru olamaz, zira bu ilke açısından bakıldığında masum bir kişi hürriyetinden mahrum edilemeyeceği gibi mal varlığı üzerinde kısıtlayıcı bir tedbir de icra edilemeyecektir.

Masumiyet karinesinin birinci yönü itibariyle geçerli bulunan mutlak olmama durumu bu prensibin özelliği gereği bazı hallerle kısıtlı olmak üzere ikinci yönü itibariyle de geçerlidir.

Kesin kanaate dayanarak verilen beraat kararları mutlak manada masumiyet karinesini hayata geçirmeye en uygun kararlar olarak gözükmekle birlikte, bu şekilde beraat kararı verilen hallerde bile hukuk sistemleri kişiyi mahkûm olmuş gibi muameleye tabi tutabilmektedirler. Kusursuz sorumluluk hallerinde şahsın haksız fiilden kaynaklanan zarardan sorumlu tutulması bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Mülkiyeti kendisinde bulunan bir otomobilin sürücüsü olay anında aracı kendisinin kullanmadığını ispat etse ve buna bağlı olarak hakkındaki ceza davasında CMK.nun 231/2-b maddesinde yer alan gerekçeyle kesin kanaat belirtilerek beraat kararı verilse bile, araç sahibinin kusursuz sorumluluğu ilkesinden hareketle mahkûm olmuş gibi doğan zarardan sorumlu tutulabilecektir.

Beraat kararının hukuka uygunluk hallerine bağlı olarak verildiği durumlarda da beraat eden kişi mahkûm olmuş gibi olayın meydana gelmesinden kaynaklanan zararın tazmininden sorumlu tutulabilmektedir. Mesela zaruret halinde başkasının malına zarar verenin tazmin sorumluluğunun devam etmesi gibi.

Bir eylem kanunda suç olarak tanımlanmıyor veya sonradan suç olmaktan çıkartılmış ise CMK. 231/2-a maddesi gereğince sanık hakkında beraat kararı verilmesi gerekecektir. Ancak kimi durumlarda bu beraat kararı aynı eylemin başka hukuk disiplinlerinde haksız fiil olma özelliğini ortadan kaldırmayacaktır. Ör: Zinanın aile hukukunda haksız fiil olma özelliğini devam ettirmesi gibi.

Dolayısıyla ceza muhakemesi sonunda verilen beraat kararlarının ilgilisine her zaman mutlak manada bir masumiyet temin edemediğini söylemek gerekmektedir. Bu durum farklı hukuk disiplinlerinin kendi işleyişlerinin doğal bir sonucudur.

Bunun en çarpıcı örneği ceza usul hukukunda uygulanan koruma tedbirleridir.

Bir bireyin ceza infaz kurumlarına konulmak suretiyle hürriyetlerinden mahram edilmesi TCK.nun 45. maddesi kapsamında bir cezadır. Niteliği itibariyle bu tür bir yaptırımın masum bir kişi hakkında uygulanması masumiyet karinesinin ağır bir şekilde ihlali sonucunu doğurur. Bununla birlikte soruşturma veya kovuşturma aşamasında, suçluluğu mahkeme kararıyla henüz sabit olmamasına rağmen, şüpheli veya sanıkların özgürlüklerinin tutukevlerine konulmak suretiyle kısıtlanması çok yaygındır. Bu uygulamanın masumiyet karinesinin ağır bir ihlali olduğu iddia edilebilir mi? Şekli olarak mutlak manada kabul edecek olunursa bu uygulamalar ile masumiyet karinesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşılabilir. Ancak uygulanan hukuk disiplini, korunmak istenen hukuki değer ve menfaatler dikkate alındığında soruşturma veya kovuşturma sırasında yapılan tutuklamaların, kişinin suçlu olduğu yönünde bir kanaat oluşturma potansiyeli bulunmasına rağmen, masumiyet karinesini ihlal etmediği savunulabilir. Zira burada amaç şüpheli veya sanıkları cezalandırmak değil, delillerin toplanmasını temin etmek, kaybolmalarını önlemek ve nihayetinde verilecek muhtemel cezanın infazım sağlamaktır. Tutuklama müessesesi ceza usul hukukunun bir kurumu olarak Ceza Muhakemesi Kanunu tarafından düzenlenmekte, ayrıntılı usul ve şekil şartlarına bağlı olarak tatbik edilmektedir.

Beraat kararının kesin bir yargıya dayanmadığı, şüphenin sanık lehine yorumlanarak kendisinin beraat ettirildiği durumlarda ete farklı hukuk dallarında kişi adeta mahkûm olmuş gibi işleme tabi tutulabilmektedir. Bu durumun masumiyet karinesi penceresinden bakıldığında kesin kanaate dayanan beraat kararları hallerinde gerçekleşen uygulamalardan daha kabul edilebilir olması gerekmektedir. Zira ortada sanığı mutlak olarak suçsuz kabul eden bir hüküm bulunmamakta, sadece giderilememiş bir şüphe durumu söz konusu olmaktadır.

Gelinen bu nokta itibariyle ceza yargılamasında beraat kararı verilmiş olmasına rağmen diğer hukuk alanlarında ilgili hakkında adeta mahkûmiyet kararı verilmiş gibi muameleye tabi tutulabilmektedir.

Bu bağlamda gerekçesine bakılmadan her beraat kararının mutlak bir masumiyet tesis ettiğinin kabul edilmesi durumunda; mağdurun zararının giderilmesi imkânı ortadan kalkacak, güven ilişkisi bozulduğu halde işçi ve iş veren ilişkilerini devam ettirilmek zorunda kalacaklardır.

Masumiyet karinesi AİHM içtihatlarında ağırlıklı olarak hakkın birinci yönü itibariyle ele alınmaktadır,

Bu kapsamda masumiyet karinesinin muhtevası; yargılamayı yapacak mahkemenin ilgili şahsı peşinen suçlu kabul etmemesi, ispat külfetinin sanığa yüklenmeden savcılık üzerinde kalması ve her türlü şüphe durumundan sanığın yararlanması olarak değerlendirilmektedir. (Barbera, Messegue ve Jabardo – İspanya, prg. 77)

Ayrıca mahkumiyet kararı olmadan kamu görevlileri veya mahkeme mensuplarının kişinin suçu işlediğine dair kesin kanaat serdeden açıklamalarının (Allenete de Ribemont – Fransa prg 37-41), masumiyet karinesini ihlal edeceği kabul edilmektedir.

Masumiyet karinesinin ikinci yönüyle ilgili kararlarında; ilgili hakkında mahkumiyet kararı olmamasına rağmen yargılama giderinden sorumlu tutulması (Minelli-İsviçre) ve müsadere kararı verilmesini (G.I.E.M. S.R.L. ve Diğerleri-İtalya) masumiyet karinesinin İhlali olarak nitelendirilmiştir.

AİHM konumuzla yakından alakalı (Ringvold – Norveç) kararında, cinsel taciz şüphelisi olup ceza davası beraatla sonuçlanan kişinin aynı eylem nedeniyle aleyhine açılan hukuk davasında tazminata hükmedilmesini masumiyet karinesinin ihlali olarak görmemiştir. Mahkeme bu konuya ilişkin değerlendirmesini yaparken Norveç hukukunda ceza sorumluluğunun tazminat için gerekli bir ön koşul olmadığı, ceza sorumluluğu ve tazminat sorumluluğunun ayrı kanuni düzenlemelere dayandığı unsurları üzerinde durmuştur. (Prg. 36-42)

AİHM masumiyet karinesinin ikinci yönünü irdelediği (Seven – Türkiye) kararında» ceza ve disiplin soruşturmalarının ayrı sonuçlara ulaştığı durumlarda disiplin makamlarının kullandığı dilin ceza yargılamasında ulaşılan beraat kararının etkisini sorgular nitelikte olmamasını aramaktadır (Prg 54). Benzer bir yaklaşım daha önce çocuğunu öldürmekten suçlu bulunmasına rağmen daha sonra ortaya çıkan yeni bilgiler ışığında mahkûmiyeti sorgulanır hale gelen kişi hakkında suçlayıcı bir dil kullanılmamasını öngören (Allen-Birleşik Krallık) kararında da göze çarpmaktadır.

Bu örneklerden hareketle, AİHM’in kullanılan dile özel önem verdiği, bunun masumiyet karinesinin birinci yönü açısından sanığı peşinen suçlayıcı olmamasına, ikinci yönü açısından beraat kararını etkisizleştirmemesine dikkat ettiği görülmektedir. Bunlara ek olarak beraat kararına rağmen aynı olay bazında tazminat sorumluluğunu kabul ederken her bir hukuk daimin kendi bütünlüğü ve işleyişine önem verdiği söylenebilir.

Bu bağlamda, ilgili hakkında yürütülen ceza muhakemesi sonucunda beraat kararı verilmesine rağmen başka hukuk dallarının kendileri açısından işlem ifa ederken dikkat edilmesi gereken hususlar aşağıdaki gibi sıralanabilir.

Öncelikli olarak verilen beraat kararının niteliğine bakılmalı, delil yetersizliği gerekçesine dayanan beraat kararlarında disiplin makamlarının daha rahat değerlendirme imkânı olduğu gözetilmelidir.

Beraat kararlarına rağmen kişi aleyhine işlem tesis edilmesine imkân veren bir kanuni dayanak bulunmalıdır.

Tesis edilen işlem başka bir hukuk disiplininin kendi usulü dâhilinde ve bu hususta belirlenen kaidelere riayet edilerek verilmeli, ilgili hukuk dalının kapsamında kalmalı ve onun amacına hizmet edecek nitelikte olmalıdır.

Söz konusu işlem suçluluğun doğrudan sonuçları olan ceza, müsadere, yargılama gideri ve mahsus sicile kayıt gibi sonuçlara yol açmamalıdır.

Ayrıca yapılan işlem verilmiş olan beraat kararını hükümsüz kılacak dil ve etkiden uzak olmalıdır. Örneğin aynı konunun tekrar bir soruşturma veya kovuşturma konusu yapılması sonucunu doğurmamalı veya tekerrüre esas teşkil etmemelidir.

Bu ilkeler ışığında başvuruya konu edilen olay incelendiğinde aşağıdaki hususlar tespit edilmektedir,

Türk Ceza Usul Hukuku, genel olarak beraat kararlarının sanık tarafından temyiz edilmesini hukuki yarar noktasından uygun görmemesine rağmen, delil yetersizliğinden (CMK. 223/2-e) verilen beraat kararlarının sanığın suçu işlemediğinin sabit olması gerekçesiyle (CMK, 223/b) temyiz edilmesine cevaz vermektedir. Somut olayda ise kişi hakkında verilen beraat kararı kesin kanaate değil de delil yetersizliğine dayanıyor olmasına ve bu yönde temyiz hakkı bulunmasına rağmen başvurucu tarafından bu hak kullanılmamıştır.

Olayda disiplin cezası, 657 sayılı Kanunun 131/2. maddesindeki mahkumiyet dışında bir karar verilmesi durumunda da disiplin cezası verilebileceğine ilişkin kanuni yetkiye dayanılarak verilmiştir.

Ayrıca disiplin yaptırımı belirlenirken ceza hukuku anlamında suçluluğun doğrudan sonuçları ortaya çıkmamıştır. Bu bağlamda hürriyeti bağlayıcı veya para cezası niteliğinde bir yaptırım uygulanmamış, bu yönde adli sicil kaydına bir şerh düşülmemiş, ceza muhakemesi giderlerinden sorumlu tutulmamış, mal varlığına ilişkin herhangi bir değer müsadere edilmemiştir.

Disiplin hukuku çerçevesinde muhakkikler vasıtasıyla toplanan deliller değerlendirilerek ilgili hakkında bir disiplin yaptırımına hükmedilmiştir. Hatta hükmedilen bu müeyyide, olayın ceza hukukunda tanımlanan halinin tam karşılığı olan cezadan daha hafif bir cezadır. Zira 657 sayılı Kanunun 125/E-f bendi gereğince Devlet memurunun görevi nedeniyle muhatap olduğu kişilere fiili tecavüzde bulunması ihracı gerektiren bir eylem olmasına rağmen ilgili hakkında daha hafif nitelikteki kınama cezası tertip edilmiştir. Bu durum zımnî olarak beraat kararının varlığının gözetilmesi manasına da gelmektedir. Ayrıca öğretmen olan başvurucu görevi gereği çocuklarla sürekli temas içerisindedir, Bu nedenle hükmedilen disiplin cezası Devletin çocukları koruma noktasında taşıdığı pozitif yükümlülüğün bir yansımasıdır. Disiplin uygulamasının konu itibariyle gereksiz ve amaca hizmet etmeyeceğini iddia etmek de mümkün değildir. Çocukların korunması noktasından bakıldığında, disiplin cezası uygulanması Devlet açısından bir hak olmaktan ziyade bir görev niteliği de taşımaktadır.

Ulaşılan bu sonuç beraat kararını etkisizleştirici bir işlev de yerine getirmemektedir, Bölge idare mahkemesince “Baştan yakımcı öğrencinin yüzüne buz uygulaması şüyuu, tokat atıldığının vukuunu göstermektedir” ibaresinin kullanılmasını masumiyet karinesinin ihlali olarak nitelendirmek de mümkün değildir. Zira bölge idare mahkemesi maddi vakıalardan hareketle ceza mahkemesinin sonuca ulaşırken kullanmadığı bir durumu bir mantık çerçevesinde kendi ulaştığı sonuca gerekçe yapmıştır. Ceza mahkemesi konuya ilişkin şüpheyi, olayın mağdurunun aşamalarda değişen beyanına, olay anma şahit olan okul müdürünün beyanını gozardı ederek, olay anım görmeyen rehber öğretmenin anlatımına dayandırırken, bölge idare mahkemesinin ilgili dairesi kanaatini çok daha farklı bir noktaya, dosya muhtevası itibariyle kesin olarak sübut bulan, çocuğun yüzüne buz tatbik edilmesi gerçeğine dayandırmıştır. Bu kabulün akla mantığa aykırı bir yönü bulunmadığı gibi fahiş bir takdir hatasına kaynaklık ettiğini iddia etmek de mümkün değildir. Bu kabul aynı zamanda beraat kararının hükmünü de ortadan kaldırmış değildir.

Bu sonuca ulaşılması sırasında disiplin mercileri ceza yargılamasında geçerli olandan daha düşük bir sübut eşiği uygulamakta, ceza yargılamasında göz ardı edilen delillere dayanmaktadırlar. Şüphe yok ki disiplin hukukunun en yakın olduğu hukuk dalı ceza hukuku olmakla birlikte gerek varlık nedenleri gerekse düzenledikleri alanlar itibariyle birbirlerinden farklı oldukları izahtan varestedir. Aradaki bu farklılığın oluşmasında ispat vasıtalarının farklı olmasının da katkısı olduğu bir vakıadır.

İki bağımsız yargı organı kendi bakış açılarından aynı olayı değerlendirerek farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Her iki disiplinin farklı amaç ve işlevinin bulunduğu dikkate alındığında sonuç farklılaşmasının makul kabul edilmesi gerekmektedir.

Hal böyle olunca somut olayda masumiyet karinesini ihlal eden bir yön bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.

Açıklanan nedenlerle başvurucu hakkında uygulanan disiplin cezasının İptali istemiyle açılan davada verilen karardan dolayı masumiyet karinesinin ihlal edilmediği düşüncesiyle çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne dayalı karara iştirak edilmemiştir.

www.legalbank.net

Read More

Danıştay 13. Daire Başkanlığı 2022/570 E. , 2022/1176 K. “İçtihat Metni”

T.C.
D A N I Ş T A Y
ONÜÇÜNCÜ DAİRE
Esas No:2022/570
Karar No:2022/1176

TEMYİZ EDEN DAVALI) : … (…)
VEKİLİ : Av. …

KARŞI TARAF (DAVACILAR): 1- …
2- …
3- …
VEKİLİ : Av. …

İSTEMİN_KONUSU : … İdare Mahkemesi’nin … tarih ve E:…, K:… sayılı kararının yargılama gideri ve vekâlet ücreti yönünden temyizen incelenerek düzeltilerek onanması ya da bozulması istenilmektedir.

YARGILAMA SÜRECİ :
Dava konusu istem: Davacılar tarafından, … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü’nün satışına ilişkin 26/01/2021 tarihli ihale işleminin iptali istenilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararının özeti: … İdare Mahkemesi’nce, Dairemizin … tarih ve E:…, K:… sayılı bozma kararına uyularak verilen kararda; davacların sahibi ve yöneticisi olduğu şirketlere … Sulh Ceza Hakimliği’nin … tarih ve … D. İş sayılı kararı ile kayyım atanmasına karar verildiği ve şirket yönetiminin karar tarihinden itibaren Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından gerçekleştirildiği, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü’nün satılması ile ilgili 26/01/2021 tarihinde yapılmış olan ihale işleminin iptali istemiyle bakılan davanın açıldığı; her ne kadar Fon Kurulunun … tarihli ve … sayılı kararı ile … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü’nün 31.000.000-TL bedelle, … Havacılık Ltd. Şti.’ye ihale edilmesi onaylanmış ve son olarak Fon Kurulu’nun … tarihli ve … sayılı kararıyla … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü ihale bedeli ve ihale bedelinin %18’i oranındaki KDV’nin ödenmesi için … Havacılık Ltd. Şti.’ye 30/07/2021 tarihi saat 16:00’ya kadar süre verilmiş ise de verilen süre içerisinde ödeme yapılmadığından Fon Kurulu’nun … tarihli ve … sayılı kararı ile … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü ihalesinin … Havacılık Ltd. Şti.’ye ihale edilmesinin iptal edildiği, bu durumda, Fon Kurulu’nun … tarihli ve … sayılı kararı ile … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü’nün … Havacılık Ltd. Şti.’ye satışına yönelik ihale işlemi, davanın açılmasından sonra iptal edildiğinden, konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine gerek bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Belirtilen gerekçelerle konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına, davanın açılmasına yol açtığından dolayı 908,20-TL yargılama giderinin ve Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca belirlenen 1.020,00-TL vekâlet ücretinin davalı idareden alınarak davacılara verilmesine karar verilmiştir.

TEMYİZ EDENİN İDDİALARI : Davalı idare tarafından, yasa ile kendilerine yüklenen sorumluluklar çerçevesinde işlem tesis edildiği, hukuka uygun bu işlem nedeniyle davanın açıldığına sebebiyet verdiklerinin düşünülemeyeceği, idare aleyhine yargılama gideri ve vekâlet ücretine hükmedilmesinin hukuka aykırı olduğu, Kurum lehine vekâlet ücretine hükmedilmesi gerektiği, ihalenin Fon’un elinde olmayan sebeplerle gerçekleşmediği ileri sürülmektedir.

KARŞI TARAFIN SAVUNMASI : Davacı tarafından savunma verilmemiştir.

DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ …’İN DÜŞÜNCESİ : Temyiz isteminin reddi ile usul ve yasaya uygun olan İdare Mahkemesi kararının onanması gerektiği düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay Onüçüncü Dairesi’nce, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra, dosya tekemmül ettiğinden yürütmenin durdurulması istemi hakkında ayrıca bir karar verilmeksizin gereği görüşüldü:

İNCELEME VE GEREKÇE:
İLGİLİ MEVZUAT:
2577 sayılı İdarî Yargılama Usûlü Kanunu’nun 24. maddesinin (f) bendinde, kararlarda yargılama giderleri ve hangi tarafa yükletildiğinin belirtileceği; 31. maddesinde, yargılama giderleri hususunda Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulanacağı kurala bağlanmış; anılan madde ile atıfta bulunulan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Yargılama giderlerinin kapsamı” başlıklı 323. maddesinin (ğ) bendinde, “vekille takip edilen davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekâlet ücreti” yargılama giderleri arasında sayılmış; 326. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, yargılama giderlerinin aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verileceği; 331. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise, davanın konusuz kalması sebebiyle davanın esası hakkında bir karar verilmesine gerek bulunmayan hâllerde, hâkimin, davanın açıldığı tarihteki haklılık durumuna göre yargılama giderlerini takdir ve hükmedeceği; 332. maddesinde ise, yargılama giderlerine mahkemece re’sen hükmedileceği belirtilmiştir.
2577 sayılı Kanun’un 49. maddesinin birinci fıkrasında, “Temyiz incelemesi sonunda Danıştay; a) Kararı hukuka uygun bulursa onar. Kararın sonucu hukuka uygun olmakla birlikte gösterilen gerekçeyi doğru bulmaz veya eksik bulursa, kararı, gerekçesini değiştirerek onar. b) Kararda yeniden yargılama yapılmasına ihtiyaç duyulmayan maddi hatalar ile düzeltilmesi mümkün eksiklik veya yanlışlıklar varsa kararı düzelterek onar.” kuralı yer almıştır.
HUKUKİ DEĞERLENDİRME :
Davalı Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu tarafından, İdare Mahkemesi kararının yargılama giderleri ve vekâlet ücreti yönünden temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
Bu itibarla, yargılama giderleri ve vekâlet ücreti kavramlarına değinmek gerekmektedir.
Yargılama giderleri genel olarak, yargılama faaliyetinin başlaması, devamı ve sonuçlanması için ödenmesi lazım gelen harç, masraf ve ücretlerin tamamını ifade etmektedir. Kural olarak yargılama giderlerinin, yargılama sonunda aleyhine hüküm kurulan taraftan alınmasına karar verilir. Yargılama giderlerine tarafların talepte bulunmalarına gerek olmaksızın mahkemece re’sen hükmedilir.
Vekâlet ücreti, vekille takip edilecek davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekâlet ücreti ve avukatlık sözleşmesinden kaynaklanan vekâlet ücreti olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İdarî Yargılama Usûlü Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yargılama giderlerine ilişkin kuralları incelendiğinde, vekille takip edilen davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekâlet ücretinin yargılama gideri olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, yargılama giderleri arasında sayılan vekâlet ücretinin hangi tarafa yükletildiğinin kararda gösterilmesi gerekmektedir. Takdir olunacak vekâlet ücreti tutarı ise, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’ne göre belirlenmektedir.
Görüldüğü üzere yargılama giderleri; harçlar, yargılama sırasında yapılan masraflar ve vekâlet ücretinden oluşmaktadır.
Hukuk Mahkemeleri Kanunu’nun 294. maddesinde yargılama sonunda uyuşmazlığın esası hakkında verilen nihaî kararın “hüküm” olduğu, 297. maddesinde ise yargılama giderlerinin hükmün kapsamı içerisinde yer aldığı ifade edilmiştir. Bu sebeple, yargılama sonunda verilen nihaî kararda (hüküm) yargılama giderlerinin hangi tarafa yükletildiğinin belirtilmesi gerekmektedir.
Davanın konusuz kalması, işin esası incelenerek yargılama sonunda verilecek hüküm ve davaya son veren taraf işlemleri dışında yargılamayı sona erdiren durumlardan biridir. Davanın açılmasından sonra, davanın konusunun veya davacının dava açmaktaki hukukî yararının ortadan kalkması durumunda dava konusuz kalır. Dava konusuz kaldığında esas hakkında yargılama yapılmasına ve hüküm kurulmasına gerek kalmaz. Öte yandan, davanın konusuz kalması hâlinde nasıl bir karar verileceğine ilişkin usul kanunlarımızda herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak, davanın konusuz kalması durumunda davanın esası hakkında karar verilmesine gerek bulunmadığından, mahkemece konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmelidir.
Her ne kadar, davanın konusuz kalması durumunda esas hakkında yargılamaya devam edilerek karar verilmesine gerek kalmamakta ise de, yargılama giderleri hakkında bir karar verilmesi gerekmektedir. Zira, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Esastan sonuçlanmayan davada yargılama gideri” başlıklı 331. maddesinin 1. fıkrasında, “Davanın konusuz kalması sebebiyle davanın esası hakkında bir karar verilmesine gerek bulunmayan hâllerde, hâkim, davanın açıldıı tarihteki haklılık durumuna göre yargılama giderlerini takdir ve hükmeder.” kuralı yer almaktadır. Davanın açıldığı tarihteki haklılık durumunun nihai olarak ortaya konulabilmesi ise, yargılama giderleri bakımından yargılamaya devam edilmesini gerekli kılmaktadır. Bu itibarla, davanın konusuz kalması durumunda mahkemece yargılama giderleri bakımından yargılamaya devam edilerek, davanın açıldığı tarihteki haklılık durumunun tespit edilmesi ve bu tespite göre yargılama giderlerine hükmedilmesi gerekmektedir.
Uygulamada mahkemelerce davanın konusuz kalması durumuna ilişkin olarak davanın açıldığı tarihteki haklılık durumu değerlendirmesi yapılırken, davalı idarenin “davanın açılmasına sebebiyet verip vermediği” noktasında bir değerlendirme yapılmaktadır. Oysa, söz konusu kavramın ne mevzuatımızda ne de öğretide yeri bulunmaktadır. Esasen, davalı idareler tesis ettiği işlemler veya yaptığı düzenlemelerle idarî yargıda görülen davaların tamamının açılmasına sebebiyet vermektedirler. Bu düşünceden hareketle konusu kalmayan davaların tamamında, davanın açılmasına sebep olunduğundan bahisle davalı idareler aleyhine yargılama giderine hükmedilmesi hukuka aykırı sonuçların doğmasına yol açar. Bu itibarla, konusu kalmayan davalarda, davanın esası bakımından yargılama sona ermekte ise de, yargılama giderleri açısından yargılamaya devam edilerek tarafların davanın açıldığı tarihteki haklılık durumlarının tespit edilmesi gerekmektedir.
Bu noktada, hüküm aşamasında ortaya çıkan “haklılık durumu” ile davanın açıldığı tarihteki “haklılık durumu” kavramları arasındaki farka değinmek gerekmektedir. Bir davada, hüküm verilebilir aşamaya gelininceye kadar çeşitli yargısal faaliyetlerde bulunularak tarafların haklılık durumu araştırılmakta, yargılama sonunda verilen hükümle birlikte tarafların haklılık durumu nihaî olarak ortaya çıkmaktadır. Esasen, bakılmakta olan bir davada tarafların haklılık durumunun nihaî olarak tespit edilebilmesi için öncelikle dosyanın tekemmül etmesi, gerektiğinde de keşif, bilirkişi, ara karar veya duruşma gibi çeşitli yargısal faaliyetlerde bulunulması gerekmektedir. Davanın konusuz kalması durumunda yargılama giderleri bakımından davaya devam edilerek, davanın açıldığı tarihteki haklılık durumunun tespit edilmesi gerekmekte ise de; bu aşamada yapılacak haklılık durumu tespitinin, davanın esası hakkında hüküm verecek düzeyde bir araştırma yapmayı zorunlu kılmayan, davanın konusuz kaldığı andaki mevcut duruma göre yapılan bir haklılık değerlendirmesini ifade ettiğinin kabulü gerekir. Aksi hâlde, konusu kalmadığından bahisle davanın esası hakkında karar verilmesine gerek bulunmayan davalarda, sadece yargılama giderlerinin hangi tarafa yükletilmesi gerektiğine karar verilebilmesi amacıyla, adeta davanın esası hakkında bir karar veriyormuşçasına yargılama faaliyetinde bulunulması zorunluluğu doğar ki, bu durum ne usûl ekonomisi ne de yargılama faaliyetinin amacıyla bağdaşmaz.
Öte yandan, tarafların haklılık durumunun nihaî olarak tespiti esasen yargılama sonunda verilen hüküm ile birlikte mümkün olduğundan, davanın açıldığı tarihteki haklılık durumunun tespiti çoğu zaman pek mümkün olamamaktadır. Her ne kadar, davanın konusuz kalması durumunda ideal olan yargılama giderleri bakımından yargılamaya devam edilerek davanın açıldığı tarihteki haklılık durumunun tespit edilmesi ise de, haklılık durumu tespitinin nihaî olarak ortaya konulabilmesi için uzun bir yargılama faaliyetine ihtiyaç duyulduğundan, davanın konusuz kaldığı andaki mevcut duruma göre davanın açıldığı tarihteki haklılık durumunun tespit edilememesi hâlinde, herhangi bir haklılık değerlendirmesi yapılamadığından bahisle yargılama giderlerinin taraflar üzerinde bırakılmasına ve vekâlet ücretine hükmedilmemesine karar verilmesi seçeneği usûl ekonomisi ve yargılama faaliyetinin amacına daha uygun düşmektedir. Zira, dosya tekemmül etmeden veya yeterli araştırma yapılmadan bir haklılık değerlendirmesi yapılması ve buna bağlı olarak hükmedilecek yargılama giderleri, taraflar açısından hukuka aykırı sonuçların doğmasına sebep olabilecektir.
Uygulamada bazı mahkemeler tarafından, konusu kalmayan davalarda haklılık durumu değerlendirmesi yapılamadığından bahisle yargılama giderlerinin taraflar üzerinde bırakılmasına karar verilmekle birlikte, toplam yargılama gideri taraflara eşit olarak paylaştırılmaktadır. Oysa, yargılama giderlerinin taraflar üzerinde bırakılmasında aslolan, tarafların kendi yaptıkları masraf ve giderlere katlanmasıdır.
Uyuşmazlığa konu olay incelendiğinde, Fon Kurulu’nun … tarihli ve … sayılı kararı ile … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü’nün 31.000.000-TL bedelle, … Havacılık Ltd. Şti.’ye ihale edilmesinin onaylandığı, Fon Kurulu’nun … tarihli ve … sayılı kararıyla … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü ihale bedeli ve ihale bedelinin %18’i oranındaki KDV’nin ödenmesi için … Havacılık Ltd. Şti.’ye 30/07/2021 tarihi saat 16:00’ya kadar süre verildiği, ancak verilen süre içerisinde ödeme yapılmadığından Fon Kurulu’nun … tarihli ve … sayılı kararı ile … Hayvancılık Ticari ve İktisadi Bütünlüğü ihalesinin … Havacılık Ltd. Şti.’ye ihale edilmesinin iptal edildiği, ihalenin iptali üzerine Mahkeme’ce konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verildiği ve davanın açılmasına sebebiyet verdiğinden bahisle davalı idare aleyhine yargılama giderine ve vekâlet ücretine hükmedildiği anlaşılmaktadır.
Bu itibarla, konusu kalmadığından bahisle davanın esası hakkında karar verilmesine gerek bulunmayan davada, davanın açıldığı tarihteki tarafların haklılık durumu tespiti yapılamadığından yargılama giderlerinin taraflar üzerinde bırakılmasına karar verilmesi gerekirken, davanın açılmasına sebebiyet verdiğinden bahisle davalı idare aleyhine yargılama giderine ve vekâlet ücretine hükmedilmesinde usûl kurallarına uygunluk bulunmamaktadır.
Ancak, bu eksikliğin giderilmesi yeniden yargılamayı gerektirmediğinden, 2577 sayılı Kanun’un 49. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi uyarınca temyize konu İdare Mahkemesi kararının yargılama giderlerine ilişkin kısmının, yargılama giderlerinin taraflar üzerinde bırakılmasına ve vekâlet ücretine hükmedilmemesine karar verilmesi suretiyle düzeltilerek onanması gerekmektedir.

KARAR SONUCU :
Açıklanan nedenlerle;
1. … İdare Mahkemesi’nin … tarih ve E:…, K:… sayılı temyize konu kararının hüküm fıkrasının “Yargılama giderlerinin taraflar üzerinde bırakılmasına, vekâlet ücretine hükmedilmemesine” şeklinde DÜZELTİLEREK ONANMASINA,
2. Posta giderleri avansından artan tutarın davalıya iadesine,
3. Dosyanın anılan Mahkeme’ye gönderilmesine,
4. 2577 sayılı Kanun’un 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (i) bendi uyarınca kesin olarak (karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere), 23/03/2022 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

(X) KARŞI OY :
Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde belirtilen bozma nedenlerinin hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyize konu Mahkeme kararının aynen onanmasına karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle düzelterek onama kararına katılmıyorum.

Read More

Yapılandırmanın Hukuki Durumu ve İhlali 

Danıştay’ın güncel kararlarına baktığımızda; Danıştay Üçüncü Dairesi, Danıştay Dördüncü Dairesi ve Danıştay Dokuzuncu Dairesi kararlarında yapılandırma işleminin yeni bir hukuki durum doğurduğu kabul edilerek, yapılandırmanın iptal edilmesi sonrasında kanuni temsilci ve ortağın takip edilmeden önce yeniden asıl borçlu şirket hakkında ödeme emri düzenlenmesi gerektiği yönündedir. Danıştay’ın konuya ilişkin bu görüşünün Bölge İdare Mahkemesi kararlarına da hâkim olduğunu söyleyebiliriz .

Azınlıkta olmasına karşın bir kısım Bölge İdare Mahkemesi kararları ise asıl borçlu şirketin yapılandırma kanunu şartlarını yerine getirmemesi, dolayısıyla kanun hükümlerini ihlal etmesi nedeniyle yapılandırma işleminin iptal edilmesi sonrasında, yapılandırma öncesi duruma dönülerek alacak takibinin hangi aşamada kaldıysa aynı aşamadan devam edileceği ve asıl borçlu şirket hakkında tekrar ödeme emri düzenlenmeksizin, kanuni temsilci ve ortaklar hakkında ödeme emri ile takibat yapılabileceği yönündedir.

Diğer taraftan, yukarıda ifade ettiğimiz üzere Danıştay’ın ve istinaf dairelerine hâkim olan görüşe göre yapılandırma yeni bir hukuki durum yarattığından, asıl borçlu şirketin yapılandırma kanunu şartlarını yerine getirmemesi, dolayısıyla kanun hükümlerini ihlal etmesi nedeniyle yapılandırma işleminin iptal edilmesi sonrasında, kamu alacağının takip edilmesinde yapılandırma sırasında kanuni temsilci ve ortak olmayan kişilerin sorumluluğunun bulunmadığı yönünde yine çok sayıda Danıştay ve bölge idare mahkemesi kararı bulunmaktadır.

Başka bir ifadeyle yapılandırma kanunu şartlarının yerine getirilmemesi, dolayısıyla kanun hükümlerinin ihlal edilmesi nedeniyle yapılandırma işleminin iptal edilmesi sonrasında kamu alacağının takip edilmesinde muhatap alınacak kişi/kişiler; yapılandırma sırasında kanuni temsilci ve ortak olan kişilerdir.

Danıştay Üçüncü Dairesi , Danıştay Dördüncü Dairesi , Danıştay Dokuzuncu Dairesi ve Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu kararlarında, yapılandırma sırasında kanuni temsilci ve ortaklık sıfatı bulunmayan kişilerin sorumluluğunun bulunmadığı ve yapılandırma işlemi iptal edilen borçtan sorumlu tutulamayacakları ifade edilmiştir.

Keza Bölge İdare Mahkemesi kararlarının da  Danıştay kararları ile aynı yönde olduğunu söyleyebiliriz.

Konuya ilişkin görüşlerimize geçmeden önce kısaca kanuni temsilci ve ortakların ödenmeyen kamu alacaklarından sorumluluk hükümlerini hatırlamada fayda olduğu düşüncesindeyiz.

Kanuni temsilcilerin sorumluluğu konusunda 213 sayılı ve 6183 sayılı iki ayrı kanunda düzenlemeler bulunması nedeniyle, 213 sayılı Kanun kapsamındaki (vergi, resim ve harçlardan kaynaklanan) vergi borçlarına ilişkin kanuni temsilcilerin hangi kanun hükümlerine göre sorumlu olacağı sorununu ortaya çıkarmıştır.

6183 sayılı Kanun’un mükerrer 35’inci maddesinin gerekçesinde; Vergi Usul Kanunu’nun 10’uncu maddesindekine benzer bir düzenlemenin 6183 sayılı Kanun’da olmadığından bahisle, bu konudaki noksanlığın giderilmesi amacıyla mükerrer 35’nci madde düzenlemesinin getirildiği ifade edilmiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin 6183 sayılı Kanun’un mükerrer 35’inci maddesiyle ilgili verdiği iptal kararında da ifade edildiği üzere Danıştay’ın istikrar kazanmış görüşü, 6183 sayılı Kanun’un mükerrer 35’inci madde düzenlemesinde , 213 sayılı Kanun’un 10’uncu maddesinin açık veya zımni olarak mülga edilmemesi nedeniyle, halen yürürlüğünün devam ettiği ve 213 sayılı Kanun kapsamındaki vergi, resim ve harçlar yönünden 213 sayılı Kanun hükümlerinin özel kanun hükmü niteliğinde olduğu ve 213 sayılı Kanun kapsamındaki vergi alacaklarına ilişkin kanuni temsilcilerin sorumluluğu konusunda 6183 sayılı Kanun hükümlerinin değil, özel kanun hükmü niteliğinde olan 213 sayılı Kanun’un 10’uncu maddesinin uygulanması gerektiği yönündedir.

Bu ayrımın önemi, 213 sayılı Kanun’un 10’uncu maddesi kapsamında vergi borçlarına ilişkin kanuni temsilcilerin sorumluluğu vergisel ödevlerin yerine getirilmemiş olması şartına bağlanmış olup, yani kusura dayalı bir sorumluluk öngörüldüğünden vergisel ödevlerini yerine getirdiğini ispat etmek suretiyle vergi borcundan sorumlu olmadığını ileri sürebilme imkânı bulunmakta iken, 6183 sayılı Kanun’un mükerrer 35’inci maddesinde kusursuz sorumluluk söz konusu olup, kamu borçlusu olan kanuni temsilci ödevlerini yerine getirdiğini ispat etse bile kamu borcundan sorumluluktan kurtulamayacaktır.

6183 sayılı Kanun’un mükerrer 35’inci maddesine 2008 yılında 5766 sayılı Kanun ile eklenen; “Amme alacağının doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda kanuni temsilci veya teşekkülü idare edenlerin farklı şahıslar olmaları halinde bu şahıslar, amme alacağının ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulur.” şeklindeki beşinci fıkra uyarınca, kamu alacağının doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda kanuni temsilci veya teşekkülü idare edenlerin farklı şahıslar olmaları hâlinde bu şahısların kamu alacağının ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulacağı öngörülmüştür.

Kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Danıştay Dördüncü Dairesi tarafından yapılan iptal başvuru sonrasında, Anayasa Mahkemesincemükerrer 35’inci maddesine eklenen beşinci fıkranın iptaline karar verilmiştir.

6183 sayılı Kanun’un 35’inci maddesine 5766 sayılı Kanun ile ikinci ve üçüncü fıkraları eklenmiş ve aynı Kanunun mükerrer 35’inci maddesinde yer aldığı gibi, “amme alacağının doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda” ifadesi kullanılarak, kamu alacağının doğduğu ve ödenmesi gerektiği zamanlarda pay sahiplerinin farklı şahıslar olmaları halinde bu şahısların, amme alacağının ödenmesinden müteselsilen sorumlu tutulacağı öngörülmüştür. 35’inci maddenin üçüncü fıkrasının Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yapılan iptal başvurusunun Anayasa Mahkemesince reddedilmiştir.

Görüldüğü üzere kanuni temsilcilerin; 213 sayılı Kanun kapsamındaki kamu alacakları yönünden vergisel ödevlerini yerine getirmemesinden kaynaklanan (vergi unsurlarını gerçeğe aykırı beyan etmek gibi) kamu alacaklarından sorumlu olduğu; 213 sayılı Kanun kapsamı dışındaki kamu alacakları yönünden kanuni temsilci olduğu dönemden kaynaklanan kamu alacaklarından sorumlu olduğu; limited şirket ortaklarının ise adeta kusursuz sorumlu olarak, ortağın şirketteki sermaye payını devretmesi halinde, payı devreden ve devralan şahısların devir öncesine ait amme alacaklarının ödenmesinden müteselsilen sorumlu oldukları yine kamu alacağının hem doğduğu hem de ödenmesi gerektiği zamanlardaki limited şirket ortaklarının farklı kişiler olması halinde her iki ortağın da müteselsilen sorumlu olduğu hükme bağlanmıştır.

Sonuç olarak; gerek Danıştay gerek İstinaf Dairelerine hâkim olan görüşe göre; asıl borçlu şirket adına tahakkuk eden ve ödenmeyen vergi borçlarının yapılan mal varlığı araştırması sonrası asıl borçlu şirketten tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması sonrasında 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 10’uncu maddesi ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un mükerrer 35’inci maddesi ile 35’inci maddeleri uyarınca şirket kanuni temsilcisi ve limited şirket ortaklarından tahsili aşamasına geçilmiş olan süreçte (ödeme emri, haciz, satış) asıl borçlu şirketin, yürürlüğe giren yapılandırma kanunu kapsamında yaptığı başvurusu üzerine yapılan yeniden yapılandırma işleminin yeni bir hukuki durum olduğu;  yapılandırma işleminin yeni bir hukuki durum doğurması nedeniyle, yapılandırmanın kanun hükümlerinin gereğinin yerine getirilmemiş olması nedeniyle yapılandırma işleminin iptal edilmesi sonrasında kanuni temsilci ve ortağın takip edilmeden önce yeniden asıl borçlu şirket hakkında ödeme emri düzenlenmesi gerektiği ve sonrasında kamu alacağının takip edilmesinde muhatap alınacak kişi ya da kişilerin yapılandırma sırasında kanuni temsilci ve ortak sıfatı olan kişiler olduğu, dolayısıyla yapılandırma sırasında kanuni temsilci ve ortaklık sıfatı bulunmayan kişilerin sorumluluğunun bulunmadığı ve yapılandırma işlemi iptal edilen borçtan sorumlu tutulamayacakları yönündedir.

Read More

Anayasa Mahkemesi İptal Kararlarının Geri Yürümezliği İlkesi

 

Gerek 1961 Anayasası’nda gerekse 1982 Anayasası’nda Anayasa Mahkemesi kararlarının geri yürümeyeceği açıkça düzenlenmiştir.

Anayasa’nın 153. maddesinde Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının geri yürümeyeceği açıkça düzenlenmiştir. Gerçekten de 153. maddede aynen, “…İptal kararları geriye yürümez…” denmektedir. Yine aynı maddede iptal edilen hükümlerin iptal kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasından itibaren yürürlükten kalkacağı da düzenlenmiştir. Ancak yukarıda da belirtmiş olmamıza karşın, Anayasa’daki bu açık hükme rağmen iptal kararlarının geriye yürüyüp yürümeyeceği gerek doktrinde gerekse mahkeme kararlarında tartışmaya neden olmuş ve mahkemeler bu konuda birbirinden farklı ve birbiri ile çelişen kararlara yer vermiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararları kurucu niteliktedir. İptal kararları karar tarihi veya iptal kararının Resmî Gazete’de yayımlanması tarihinden itibaren etki göstermesi ve geçmişe etki etmemesinden bu kararların tespit edici değil kurucu nitelikte olduğunu anlamaktayız. [4] Ancak iptal kararlarında söz konusu yasal düzenlemenin hukuka aykırı olduğu tespiti yapılmaktadır. Bu sebeple de aslında iptal kararlarının tespit edici değil kurucu bir niteliğe sahip olduğunu söylemek iptal kararlarının niteliğine ters düşmektedir. Aksi bir kabul durumunda, denetimi yapan mahkemeye, denetime konu olan ve hukuka aykırı olduğu tespit edilen yasanın iptal kararına kadar hukuka uygunluğunun tesisi yetkisinin verilmesi anlamına gelecektir. Anayasa Mahkemesi iptal kararıyla Anayasa’ya aykırı olan bir kanun karar tarihine kadar hukuka uygunluk kazanmaktadır. [5] Bu ise hukuka aykırı işlemeye sonradan icazet verilmesi niteliğindedir ve bu durum hukuk devleti ilkesi ile normlar hiyerarşisine aykırıdır [6].

İptal kararlarının geriye yürümemesi kuralının mutlak bir şekilde uygulandığı hallerde iptal kararına kadar kanunun uygulanmasından zarar görenler cezalandırılmış veya kanunun uygulanmasından menfaat elde edenler imtiyaz elde etmiş olacak ve iptal kararı ile artık kanun uygulanamaz hale geldiğinde eşitlik ilkesine aykırı bir durum meydana gelecektir. Bu tip adaletsizlikleri gidermek için iptal kararlarının geriye yürümemesine bir istisna getirilmiştir. Bu istisnalara aşağıda ayrıntılı olarak değineceğiz. Ancak getirilen bu istisnalar yeterli olmamıştır.

Yukarıda belirtmiş olduğumuz üzere, iptal kararlarının geriye yürümezliği düzenlemesinin bu kadar ince çizgi ile düzenlenmesi diğer kanunla çelişmektedir. Bilindiği üzere ceza hukukunda sanık lehine kanunun geriye yürümesi ilkesi esastır [7]. Aynı şekilde kanun maddesinin iptali halinde maddenin iptal edilmesi lehe ise bu sefer de suç işlenen kanun maddesi ortadan kalkacağından Anayasa Mahkemesi iptal kararının derhal uygulanması gerekir [8].

Bu kapsamda değerlendirdiğimizde Anayasa Mahkemesi’nin hukuka aykırı bularak iptal etmiş olduğu maddenin o işlenen suçta sanık lehine bulunması halinde uygulanması mümkündür. Dolayısı ile kanunda istisna olarak sayılmayan bu şekildeki düzenlemeler mevcuttur. Bu kapsamda Anayasa’nın 153. maddesinde yer alan, “…İptal kararları geriye yürümez…”  ifadesinin, “…diğer kanunlardaki istisna düzenlemeler saklı kalmak kaydıyla iptal kararları geriye yürümez…” şeklinde düzenlenmiş olması daha yerinde olurdu.

Read More